Sure, "gece" anlamına gelen "leyl"e yeminle başladığı için bu ismi almıştır. Gece, karanlığı ile dünyayı kuşatan, güneşi, gündüzü, yeri ve eşyayı perdeleyen bir şeydir. Bu özelliği ve fonksiyonu ile gece insan hayatında önemli bir yere sahip bulunmaktadır. Bu yüzden sure, geceye yeminle başlar. 21 ayetten oluşan Leyl suresi, Mekke'de inmiştir. Mushaftaki sıralamada 92., nüzul sırasına göre ise 9. suredir.







Mekke’de indirilmiş olan, 11 âyetten oluşan ve adını ilk âyetteki “kuşluk, gündüz” anlamına gelen ed-duhâ kelimesinden alanDuhâ sûresi, resmî sıralamada 93, iniş sırasına göre ise 11. sûredir.
Duhâ sûresinin önceki sûreyle çeşitli yönlerden anlam ilişkisi vardır. İki sûrenin de yeminle başlaması benzerlik oluşturduğu gibi, yemin edilen varlıklar açısından da benzeşmektedirler. Ayrıca insan psikolojisinin çeşitli yönlerden tahlillerinin yapılması ile Nebî (as) özelinde örneklendirilmiş olsa da insanoğlunun sosyal bir varlık olarak inşa edilişi bu sûrelerin konu birlikteliğini gösteren özelliklerdendir.
Bu sûrede Nebî (as)’a risâlet öncesinde verilen nimetler hatırlatılmakta, ayrıca peygamberlik sürecinde ihsan edilecek olanların da müjdesi verilmektedir.
Rasûlüllah (sav), bu sûreden itibaren Nâs sûresine kadar her sûre arasında tekbir getirilmesini, yani “Allahu ekber” denmesini tavsiye etmiştir.



“Şerh” sûresi olarak da isimlendirilen ve Mekke’de indirilmiş olup 8 âyetten oluşan İnşirâh sûresi, resmî sıralamada 94, iniş sırasına göre ise 12. sûredir. Duhâ sûresiyle aynı iniş gerekçesine sahiptir.
Duhâ sûresinde Hz. Peygamber’e peygamberlik öncesi dönemde verilen, peygamberlikle verilmekte olan ve risâlet sürecinde verilecek bazı nimetler üzerinde durulmuştu. İnşirâh sûresinde ise hem risâletin verilmesiyle sağlanan, hem de daha sonra verilecek birtakım nimetler hatırlatılarak morali yüksek tutmaya çalışılmaktadır.
Bu iki sûreye “moral sûreleri” de denilebilir.





Sure, ilk ayetinde "tin" e yemin edildiği için bu ismi almıştır. "Tin" kelimesinin bir dağ ismi veya incir meyvesi anlamlarına geldiği söylenmektedir. Sure, "Ve't-tîn" ismiyle de anılmaktadır. 8 ayetten oluşan Tin suresi, Mekke'de inmiştir. Mushaftaki sıralamada 95., nüzul sırasına göre ise 28. suredir.


Tin Sûresi’nin Meali

Tin Sûresi’nin Tefsiri

Tin Sûresi’nin Genel Mesajları

En kısa zamanda yüklenecektir.






Beyyine Sûresi’nin Meali

Beyyine Sûresi’nin Tefsiri

Beyyine Sûresi’nin Genel Mesajları


En kısa sürede yüklenecektir......



Zilzal Sûresi’nin Meali

Zilzal Sûresi’nin Tefsiri

Zilzal Sûresi’nin Genel Mesajları


En kısa sürede eklenecek....


Mehmet OKUYAN



Sure adını, birinci ayette geçen "hümeze" kelimesinden almıştır. "Hümeze" kelimesi, birini çekiştirmek, gammazlamak gibi anlamlara gelmektedir. Çekiştiren ve gammazlayanlar kınandığı için sure bu isimle anılmıştır. İbnu'l-Münzir'in İbn İshak'tan rivayetine göre Ümeyye ibn Halef, Hz. Peygamber'i gördüğünde onu diliyle çekiştirip yüzüne açıkça alay edermiş. Bunun üzerine Allah Tealâ bu sureyi indirmiştir. Hümeze suresi, ahlakî konuları esas alan surelerden biridir. 

9 ayetten oluşan sure, Mekke'de inmiştir. Mushaftaki sıralamada 104., nüzul sırasına göre ise 32. suredir.



Hümeze Sûresi’nin Meali

Hümeze Sûresi’nin Tefsiri

Hümeze Sûresi’nin Genel Mesajları


Linkler en kısa sürede eklenecektir.





Sure adını, birinci âyette geçen "fîl" kelimesinden almıştır. Kâbe'yi yıkmaya gelen ve fillerden oluşan Yemen ordusunun helak edilişini anlattığı için bu isimle anılmıştır. 5 ayetten oluşan sure, Mekke'de inmiştir. Mushaftaki sıralamada 105., iniş sırasına göre ise 19. suredir.








Sure adını, birinci ayette geçen "Kureyş" kelimesinden almıştır. Kureyş, Hz. Peygamber'in mensup olduğu, İslâm'ın tebliğine ilk muhatap olan ve Kur'an'da adı geçen bir kabilenin adıdır. Özel olarak Kureyş'ten bahsettiği için sure bu ismi almıştır. 4 ayetten oluşan sure, Mekke'de inmiştir. Mushaftaki sıralamada 106., nüzul sırasına göre ise 29. suredir






Sure adını, son ayetinde geçen "mâûn" kelimesinden almıştır. Mâûn kelimesi, zekat vermek, birine maddi yardımda bulunmak gibi anlamlara gelmektedir. 7 ayetten oluşan sure, Mekke'de inmiştir. Mushaftaki sıralamada 107, nüzul sırasına göre ise 17. suredir.



Maun Suresinin Meali

Maun Suresinin Tefsiri

Maun Suresinin Mesajları


Linkler en kısa surede eklenecektir.







Sure adını, ilk ayetinde geçen "kevser" kelimesinden almıştır. Kevser, çok nimet demektir; ayrıca cennette bir havuzun da adıdır. Peygambere "kevser"in verildiğinden bahsettiği için Kevser suresi diye anılmıştır. 3 ayetten oluşan sure, Mekke'de inmiştir. Mushaftaki sıralamada 108., iniş sırasına göre ise 15. suredir.








Sure adını, ilk ayetinde geçen ve "İnkârcılar" anlamına gelen "kâfirun" kelimesinden almıştır. Kâfirlere hitap ettiği için bu ismi almıştır.6 ayetten oluşan sure, Mekke'de inmiştir. Mushaftaki sıralamada 109., nüzul sırasına göre ise 18. suredir.






Kur'an-ı Kerim'in yüz onuncu suresi.  Tevbe suresinden sonra nâzil olmuştur. Veda haccı esnasında inmiş olmakla birlikte Medenî surelerden sayılmaktadır. Adını ilk ayetinde geçen ve müminlere Allah'ın yardımını bildiren nasr kelimesinden almıştır.  Kur'an'ın en son indirilen suresidir. 



Nasr Suresinin Meali

Nasr Suresinin Tefsiri

Nasr Suresinin Mesajları


Linkler en kısa sürede eklenecektir.










Sure adını, ilk ayetindeki "tebbe" kelimesinden almıştır. "Tebbe" kurumak anlamına gelir. Ebu Leheb hakkında, "onun elleri kurusun" şeklinde beddua edildiği için, bu ismi almıştır. Sureye Mesed suresi adı da verilmiştir. Sure, Ebu Leheb hakkında inmiştir. Zira o, eziyet etmek kastıyla Resûlullah'ın yoluna gizlice diken koymuş, bu işte kendisine karısı da yardım etmişti. 5 ayetten oluşan Tebbet suresi, Mekke'de inmiştir. Mushaftaki sıralamada 111., nüzul sırasına göre ise 6. suredir.








4 ayetten oluşan sure, Mekke'de inmiştir. İhlâs sûresi bir arınma sûresidir. Bu sûrede, insanların şirk ve küfür batağına batması engellenmek istenmekte, inananların halis ve arı duru hale gelmelerini sağlamak amaçlanmaktadır.














Sure adını, ilk ayetinde geçen ve "sabah" anlamına gelen "felak" kelimesinden almıştır. Nâs suresiyle birlikte "Mukaşkışeteyn (şirkten uzaklaştıranlar)" adlarıyla da anılmaktadır. Aynı surelere başlarındaki "eûzü" kelimelerinden dolayı "Muavvizeteyn" ismi de verilmiştir. 5 ayetten oluşan sure, Medine'de inmiştir. Mushaftaki sıralamada 113., nüzul sırasına göre ise 20. suredir.



Surede kötülüklerden Allah'a sığınılması öğütlenmektedir. 






Mekke’nin ilk yıllarında indirilen ve 6 âyetten oluşan Nâs sûresi, resmî sıralamada 114, iniş sırasına göre ise 21. sûredir.
Bu sûre, Felak sûresiyle adeta konu bütünlüğü içerisindedir. Her iki sûrede de Yüce Allah’a sığınmanın gereği ve önemi vurgulanmaktadır.
Sığınma anlamı nedeniyle Felak ve Nâs sûrelerine el-mu‘avvizetân adı verilmekte, sığınmanın ve kendisinden sığınılan varlığın kim veya kimler ya da neler olduğu ortaya konulmaktadır.

Müzzemmil Sûresi'nin Genel Mesajları

Mehmet OKUYAN

(1-4. âyetler): Yüce Allah, sûrenin ilk âyetlerinde Hz. Peygamber’i risalet için inşa etmekte ve hayatı boyunca ayrılmaması gereken ilkeleri ona öğretmektedir. Vahiy ve peygamberlikle buluşturulan, o sorumluluğu üstlenen kişi anlamına gelen el-müzzemmil kelimesi bir sorumluluk ahlâkı ortaya koymaktadır. Bu nedenle, geceyi değerlendirmek ve geceleyin kalkmak önemli bir hassasiyet olarak tanımlanmaktadır. “Gecesine ve uykusuna hükmedemeyenler yarınlara hükmedemezler.” Dahası, diğer insanlar uyurken kendileri de uyuyanların onlardan farkı kalmaz. “İnsanlar uyurken uyanık kalabilenler, yarınların sahibi ve medeniyet inşasının mimarları olurlar.”
Gece kalkılınca yapılacak en temel iş Kur’ân’ı tertîl üzere okumaktır. Tertîl, Kur’ân’ı âdeta Kur’ânlaşarak okumak, onu bütün gönlümüzle içselleştirip hayatımızda canlı olmasını sağlamak ve onu hayata okumaktır. Hz. Peygamber’e yönelik “zamanı nasıl değerlendirmesi gerektiği” konusunda bildirimde bulunan bu âyetler, aynı zamanda diğer müminlere de hayat prensibi olarak gönderilmiş olmaktadır.
(5-9. âyetler): Vahiy değer, içerik ve sorumluluk bakımından çok ağır olduğu için onunla donanımlı olanlar da elbette onun ağırlığını ve sorumluluğunu üzerlerinde hissedeceklerdir. Söz ağır, sorumluluk da ağır olunca, onu elde edebilmek için fedakârlıkların da aynı oranda ağır ve büyük olması elbette kaçınılmazdır. Bu nedenledir ki geceleyin üç kez kalkmak ve gecenin çoğunu ayakta geçirmek önemli bir duyarlılık olarak benimsenmeli ve uygulanmalıdır.
Geceleyin kalkmak, insanın bilgilendirilmesi ve inşa edilmesi bakımından çok önemli bir davranıştır ve maksadı gerçekleştirmede ileri düzeyde etkinlik sağlayacaktır. Gecesini ihya edenlerin gündüz yaşayacakları meşguliyetler bir anlamda tesbihe dönecektir. Çünkü gece vahyin inşa ettiği kişi gündüz Allah’ın azabını ve gazabını gerektirecek yanlışlıklardan uzak durmayı büyük oranda başarır.
Yüce Allah’ı zikretmek ve O’na sağlam bir yönelişle yönelebilmek de ancak ve ancak vahyin inşasıyla mümkündür. Çünkü vahyin şekillendirici gücü, doğu ve batının Rabbi olan Allah’a dayanmaktadır. O’ndan başka ilâh olmadığı için “vekîl” edinilmeye lâyık tek varlık da O’dur.
(10-14. âyetler): Bu âyetlerde Hz. Peygamber’in görev ve sorumluluğu bağlamında inkârcı insanlarla ilişkisi üzerinde çeşitli bilgilendirmeler yapılmaktadır. “Kötülüklere karşı inançta dirençli ve ısrarcı olmak” diye tanımlanan sabr, bir davranış türü olarak muhataplara emredilmekte, bu arada kötülük sahiplerinin kötülüklerinden de güzelce uzaklaşması gerektiği hatırlatılmaktadır. Müslümanlardan, inkârcıları tamamen terk ediş değil, onların eziyetlerine karşı mesafeli duruş istenmektedir.
İnkârcılıkta ve düşmanlıkta kararlı olanlarla mücadele yerine, onların Allah’a havale edilmesi ve kendilerine zaman tanınması da yükümlülükler arasında yer almaktadır. Zaman belki onların dönüşlerine vesile olabilir. Bu arada ısrarcı inkârlarının karşılığı olarak kendilerini mahşerde büyük ve şiddetli bir azabın beklediği hatırlatılarak, âkıbetlerinin çok kötü olacağı özellikle haber verilmektedir.
(15-19. âyetler): Bu âyetlerde Mekkeli azgın ve düşman kâfirlere önceki nesiller içerisinden önemli bir azgın olan Firavun ve onun yaşadığı âkıbet hatırlatılmaktadır. Ona benzemek isteyenler yeniden uyarılarak, kıyâmet ve mahşere tekrar dikkat çekilmektedir.
Bu vesileyle “çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek gün” ifadesi kullanılarak, kıyâmet veya mahşerin korkunç yapısı gündeme getirilmekte, bu hakikatleri inkâr edenlerin o günün şiddetinden korunmasının mümkün olmadığı özellikle vurgulanmaktadır.
Bütün anlatılanlar veya özellikle son âyet grubunda dile getirilenler bağlamında Kur’ân’ın gönderiliş gayesi insanlara bildirilmekte ve onun gerçeği hatırlatan kaynak olduğu ifade edilmektedir. Bu gerçeğe kulak verenlerin Rabbe giden hakikat yolunu bulmuş olacakları ve sonuçta memnun edilecekleri de âyetlerin mesajları arasında yer almaktadır.
(20. âyet): Yüce Allah son âyetin ilk bölümünde, sûrenin ilk âyetlerindeki “geceleyin kalkıp Kur’ân okumak” emrini yeniden gündeme getirmekte ve bunu başta Hz. Peygamber olmak üzere müminlerin yerine getirdiğini bildiğini ifade etmektedir. Bu arada bazı eksikliklerin de olabileceğini beyanla Kur’ân okumaya devam emrini yinelemektedir.
Yüce Allah, özellikle gece kalkıp zamanı vahiy ile değerlendirmenin gerekliliğine değinmektedir. Bu arada bazı Müslümanların bu konuda gerekeni tam yapamayabileceğine dolaylı olarak işaret edilmekte ve gerekçeler birtakım mazeretler şeklinde belirlenmektedir. Bunlar “hastalıklar, rızık temini için yapılan yolculuklar ve Allah yolunda savaşmak” şeklinde sıkıntıların en uç noktalarından seçilmektedir. Bu arada diğer mazeretlerin insanları asıl görevlerini yapmaktan geri bırakmaması gerektiği de âyette hatırlatılmaktadır.
Yüce Allah, sözünü ettiği bu mazeretlere rağmen, yapılması gereken uygulamalar hakkında da bilgi vermektedir. Bu çerçevede, mümkün olan her fırsatta “Kur’ân kıraatine devam” meselesinde ısrar edilmekte, böylece Kur’ân üzerinde yoğunlaşmanın ertelenemez bir önem arz ettiği muhataplara öğretilmektedir. Ayrıca “namaz, zekât ve Allah’a güzel borç vermek” şeklindeki diğer asıl görevlerin de elbette ihmal edilmemesi gerektiği, bunların fert ve toplum açısından vazgeçilmez önemde oldukları da gündeme taşınmaktadır. Bu bağlamda bir anlamda görev, sorumluluk ve fedakârlık kurumunun insanların ölümüne kadar devam ettirildiği bildirmektedir.
Sûrenin son âyetinin son cümlelerinde, yapılan fedakârlıkların karşılığının fazlasıyla görüleceği müjdesi yer almakta, bu arada yaşanacak bazı eksikliler nedeniyle de Yüce Allah’tan özür dilemenin gerekliliğine değinilerek sûre sona ermektedir.
Rabbimiz bizi rızasından ayırmasın. Vahyini anlayanlardan, yaşayanlardan ve yaşatanlardan eylesin. Hayatını inşa ederken vahye sarılanlardan eylesin. Dünyasındaki inşayı âhireti için ihyanın öncüsü kılsın. Işığını Kur’ân, örneğini de Hz. Peygamber edinen kulları arasına bizleri de ilhak eylesin. Amin.

Müzzemmil Sûresi'nin Meali


Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Ey risalet görevine bürünen (Peygamber)! 
2-4. Birazı hariç, geceleri kalk. (Yani gecenin) yarısında, ondan biraz kısarak (yani daha erken), ona ilave ederek (yani gece yarısından sonra) kalk ve Kur’ân’ı ağır ağır oku. 
5. (Çünkü) yakında Biz sana (içeriği ve sorumluluğu) ağır bir söz vereceğiz, vahyedeceğiz.
 6. Şüphesiz, gecenin inşası daha başarılı ve kalıcıdır; sözü de daha etkilidir. 
7. Muhakkak ki, gündüzün senin için uzun (ve değerli) meşguliyetler olacaktır. 
8. Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O’na yönel. 
9. (Allah) doğunun da batının da Rabbidir; Kendisinden başka hiçbir ilâh da yoktur. (Bu nedenle, sadece) O’nu vekîl tut. 
10. O (müşriklerin) söylediklerine karşı (inancında) sabırlı (yani kararlı) ol ve onlardan güzellikle uzaklaş. 
11. Nimet sahibi (kılınmış) o yalancıları Bana bırak; sen de onlara biraz mühlet ver. 
12-13. Hiç şüphesiz (onlar için hazırlanmış) prangalar, yakıcı ateş, boğazdan geçmeyen yiyecek ve elem verici bir de azap sadece bizim katımızda vardır. 
14. O gün (yani Kıyâmet Günü) yeryüzü ve dağlar sars(ıl)acak; dağlar da erimiş bir kum yığınına dönecektir. 
15. Doğrusu Firavun’a peygamber gönderdiğimiz gibi size de hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber gönderdik. 
16. Buna rağmen, Firavun o peygambere karşı gelmişti. Biz de onu kahredici bir şekilde kıskıvrak yakalamıştık. 
17. Eğer çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günü inkâr ederseniz, nasıl korunabileceksiniz ki! 
18. Gökyüzü o gün nedeniyle yarılacaktır. (Böylece) Allah’ın vaadi de gerçekleşmiş olacaktır. 
19. Muhakkak ki işte bütün bunlar bir öğüttür. Artık, kim dilerse Rabbine bir yol tutar.
 20. Rabbin, senin ve beraberinde bulunanların gecenin üçte ikisinden daha az bir kısmında, yarısında ve üçte birinde ayakta olduğunu elbette biliyor. Gece ve gündüzü ölçüye kavuşturan Allah’tır. O, sizin bunu (tam anlamıyla) sayamayacağınızı bildiği için tevbenizi kabul etmiştir. O halde, zaten kolay olan Kur’ân’ı kıraat edin. İçinizde hastalar bulunacağını, bir kısmının Allah’ın lütfundan (rızık) aramak üzere yeryüzünde sefere çıkacağını, diğer bir kısmının da Allah yolunda savaşacağını Allah bilmektedir. O halde, (mümkün olan her durumda) zaten kolay olan Kur’ân’ı kıraat edin. Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a gönül hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu, hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere bulursunuz. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.

Müzzemmil Sûresi'nin Tefsiri


1-4. ÂYETLER:
يَآ اَيُّهَا الْمُزَّمِّلُۙ ﴿1﴾
قُمِ الَّيْلَ اِلَّا قَل۪يلًاۙ ﴿2﴾ نِصْفَهُٓ اَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَل۪يلًاۙ ﴿3﴾ اَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْاٰنَ تَرْت۪يلًاۜ ﴿4﴾
1. Ey risalet görevine bürünen (Peygamber)! 2-4. Birazı hariç, geceleri kalk. (Yani gecenin) yarısında, ondan biraz kısarak (yani daha erken), ona ilave ederek (yani gece yarısından sonra) kalk ve Kur’an’ı ağır ağır oku.”
Yüce Allah, sûrenin ilk âyetlerinde bir sonraki Müddessir sûresinde de olduğu gibi, Hz. Peygamber’i risalet için inşa etmekte ve hayatı boyunca ayrılmaması gereken ilkeleri ona öğretmektedir. Hz. Peygamber’e yönelik, “zamanı nasıl değerlendirmesi gerektiği” konusunda bildirimde bulunulan bu âyetler, aynı zamanda diğer müminlere de hayat prensibi olarak gönderilmiş olmaktadır.
a) el-Müzzemmil Ne Demektir?
Yüce Allah, elçilik görevi yüklediği Hz. Peygamber’e hitap ederken Kur’ân’da farklı kelimeler kullanmaktadır. Bunlardan ikisi bu sûredeki el-müzzemmil ile sonraki sûrenin başındaki el-müddessir kelimeleridir.
ı. el-Müzzemmil Kelimesinin Kökeni ve Anlamı
يَآ اَيُّهَا الْمُزَّمِّلُۙ “Ey (risalet görevine) bürünen (Peygamber)!” Âyetteki الْمُزَّمِّلُ el-müzzemmil kelimesi, “içine kapanmış, bürünmüş olan, örtünen kişi” demektir.
Buradaki الْمُزَّمِّلُ el-müzzemmil kelimesi, “başını içine çekmek, gizlenmek, kaçınmak, rahata meyletmek, yavaş yürüyüş, yük yüklenmek” gibi mecazî, “üstüne ağır bir yük yüklenmek, örtünmek, üzerine elbise almak, ses” gibi zahirî anlamlardaki z-m-l kökünden türetilmiştir. Bu kelimenin beş harfli kalıbı tezemmele şeklindedir. Bazı harflerinin kural gereği başka harflere dönüştürülmesi sonucunda, bu kalıp izzemmele şeklini almıştır ve الْمُزَّمِّلُ el-müzzemmil de bu kalıbın “ism-i fâil” şeklini oluşturmuştur.
Asıl kalıbı, içerisinde  harfinin de bulunduğu الْمُتزَّمِّلُ el-mütezemmil olan bu kelimenin الْمُزَّمِّلُ el-müzzemmil şekline dönüştürülmesinin elbette bir anlamı olmalıdır. İşte bu bağlamda bazı âlimler, bunun Hz. Peygamber için şiddetli bir uyarı olduğunu, bazıları ise bunun bir teşvik anlamı verdiğini beyan etmektedirler.[1]
Muhataba sarsıcı bir ifadeyle seslenilen bu kalıbın uyarı anlamı verdiğini söylemek, diğerine göre daha doğru görünmektedir. Bir sonraki sûrede de olduğu gibi, Hz. Peygamber’e âdeta şöyle söylenmektedir: “Ey sorumluluk sahibi kılınan Peygamber! Şimdi kenara çekilip durma zamanı değil, harekete geçme zamanıdır; artık harekete geçmek için kalk.”
ıı. Örtünme Vahiy ve Risaletledir
Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin iniş sebebi olarak çeşitli rivayetler vardır. Bunları Müddessir sûresinin ilk bölümünde ele alıp değerlendireceğiz. Burada sadece en yaygın kabul gören bir rivayeti hatırlatmakla yetinmek istiyoruz. İbn Abbâs’tan gelen bir rivayete göre, Nebî (as)’a ilk gelip görünen varlık Cebrâil (as) idi. Hz. Peygamber onu gördüğünde, kendisini cin çarptığını düşünerek korkup evine döndü. Hz. Hatice’ye “Beni örtün!” diye istekte bulununca o da kendisini örttü. Daha sonraki bir seferinde yine Cebrâil (as) yanına geldiğinde kendisine “Ey bürünüp örtünen!” diye seslendi.[2]
İşte bu ve benzer rivayetlere konu olan ve daha sonra farklı kanaatlerin ortaya konulduğu söz konusu örtünmenin nasıl olduğuna dair bazı hatırlatmalarda bulunacağız.
  1. a) Âyetteki örtünme ifadesi, aktardığımız rivayette de geçtiği üzere maddî bir nesne ile örtünmek yani üzerine bir şey almak, keçe, kadife veya battaniye ile üzerini örtmek anlamına gelebilir. Genelde âlimlerimizin kanaati bu şekildedir.
  2. b) Kelbî gibi âlimler bu örtünmeyi, Hz. Peygamber’in namaz için örtünmesi şeklinde yorumlamışlardır. Bu sûrenin indirildiği dönemde, bugün bilinen ve uygulamakta olduğumuz şekliyle namaz ibadetinin henüz farz kılınmadığı düşünüldüğünde bu görüş sağlıklı görünmemektedir.
  3. c) İkrime’nin de ifade ettiği gibi, buradaki anlam “büyük yük yüklenmek” şeklinde mecâzî de olabilir ki, bu durumda hitap “Ey peygamberlik yükünü yüklenen kişi!” demek olur.[3]
  4. d) İbn Abbâs’tan gelen bir rivayete göre ise buradaki örtünme Hz. Peygamber’in Kur’ân ile örtünmesidir.[4]
Hz. Peygamber’in risaletin ilk günlerinde Hira Mağarası’nda Cebrâil (as)’ı kendi asıl şeklinde gördüğünde ondan korkup etkilenmesi doğaldır. Bunun sonucunda evine gelip bir süre eskisi gibi davranamamış olması da normaldir. Ancak konuyu maddî nesnelerle örtünmekten ibaret saymak ve açıklamaları bu istikamette şekillendirmek, mesajın anlam bakımından daralmasına neden olur. Kaldı ki maksat maddî şeylerle örtünmek olsaydı burada çok daha farklı kelimelerin kullanılması gerekirdi.
“Vahiy ile buluşturulmak ve sorumluluk sahibi kılınmak çok büyük ve onurlu bir görevle buluşturulmak” yaklaşımlarıyla son iki tercih diğerlerine göre daha doğru gözükmektedir. Esasında sûrenin 5. âyetinde vahiy için “ağır söz” ifadesinin kullanılması ilk âyetteki الْمُزَّمِّلُ el-müzzemmil hitabıyla kastedilenin “vahiyle yükümlü tutulmak” olduğunu göstermektedir. Diğer görüşler de elbette saygıdeğerdir; ancak bizim kanaatimiz bu yöndedir.
b) Hz. Peygamber’i İnşâ İlkeleri
Yüce Allah, Hz. Peygamber’i risaletle görevlendirince, onu bu görev için donanımlı hale getirmek gayesiyle kendisine prensipler göndermiştir. Bu cümleden olarak ilk vahiylerden olan bu sûrede Yüce Allah Hz. Peygamber’i risaletle ilgili bilinçlendirmeye ve onu peygamberliğin uzun ve zorlu yoluna hazırlamaya başlamaktadır.
ı. Geceleyin En Az Üç Kere Kalkması İsteniyor
قُمِ الَّيْلَ اِلَّا قَل۪يلًاۙ نِصْفَهُٓ اَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَل۪يلًاۙ اَوْ زِدْ عَلَيْهِ “Birazı hariç, geceleri kalk. (Yani gecenin) yarısında, ondan biraz kısarak (yani daha erken) ve ona ilave ederek (yani gece yarısından sonra) kalk.” Âyetteki قُمِ kum emri “kalkmak”, الَّيْلَ el-leyl kelimesi “gece”, قَل۪يلًاۙ kalîl sözcüğü “az”, نِصْفَ nısf kelimesi “yarı, yarısı”, انْقُصْ unkus emri “eksiltmek”, زِدْ zid emri ise “artırmak” demektir.
Yüce Allah, Hz. Peygamber’e ilk vahyini gönderdikten sonra, onun vahiy karşısındaki tutumunun nasıl olması gerektiğini kendisine öğretmek üzere geceleyin kalkmasını istemektedir. Geceleyin kalkmak ve uykuya ara vermek Hz. Peygamber’e verilmiş özel bir görevdir.[5]
  1. Âyetlerin “Nesh Edildiği” İddiası
Genelde tercih edilen yaklaşıma göre, bu âyetlerde Hz. Peygamber’in geceleyin en az bir kere kalkması istenmektedir. İmam Ferrâ bu âyetlerde sözü edilen emrin öncelikle gecenin son üçte birinde kalkmayı, ardından da gecenin yarısında kalkmayı ifade ettiği kanaatindedir. Ona göre, gecenin yarısında kalkmak emri âyetin devamındaki “veya ondan biraz kısalt” emriyle gecenin yarısından üçte birine indirilerek ruhsata bağlanmıştır.
Bir başka seçenek ise, gece yarısında kalkmanın gecenin son üçte ikisine artırılması şeklindedir. Genel yaklaşıma göre, bu âyetlerdeki üç seçenek beş vakit namazın farz kılınmasından önceydi. Tıpkı zekât ibadetinin diğer sadakaları ve Ramazan orucunun diğer oruçları kaldırması gibi, beş vakit namaz emri gelince bu hüküm de nesh edilmiştir, yani kaldırılmıştır.[6]
  1. a) Bize göre Kur’ân’da nesh edilmiş, yani hükmü kaldırılmış âyet yoktur. Dolayısıyla âyetle ilgili nesih yorumunu doğru bulmamaktayız. Sûrenin ilk âyetlerinde neshe konu bir durum yoktur. Çünkü âyette namazdan söz edilmemektedir.
Âyetteki قُمِ kum “kalk” şeklindeki emri “namaza kalkmak” diye yorumlamak doğru değildir. قُمِ kum emri eğer salât kelimesiyle birlikte kullanılırsa maksadın “namaz kılmak” olduğu bilinmektedir. Kaldı ki, bu sûre Kur’ân’ın indirilmeye başladığı ilk vahiylerden oluştuğu için, şekli belli olan namaz emri henüz bahis konusu değildi. İnançla ilgili temel bilgiler yerleştirilmeden, hemen ilk günlerde namazla ilgili bir hükmün gelmesi elbette doğru değildi. Zaten 4. âyetin son cümlesinde, geceleyin kalkılınca Kur’ân’ı tertîl üzere okumanın gerekliliği açıkça beyan edilmektedir. Geceleyin kalkınca yapılacak iş, vahiy ile sindire sindire meşgul olmaktır.
İnsanlar gece kalktıklarında ibadet ederler ve bu ibadet kavramının içerisinde elbette namaz da olur; ancak vahyin ilk günlerinde sözü edilen emrin namazla ilgili olmadığı da gün gibi aşikârdır. Şimdilerde insanlar gece kalktıklarında tertîlüzere Kur’ân da okumalı, namaz da kılmalı, tefekküre de dalmalıdır; bunun önünde herhangi bir engel yoktur. Burada yanlış olan şey, Müzzemmil sûresinin ilk âyetlerini namazla ilişkilendirip, sonra da bu hükümlerin nesh edildiğini, yani namaz vakitlerini bildiren âyetlerin gelişiyle bunların hükümlerinin sonradan kaldırıldığını iddia etmektir.
  1. b) Bu âyetler hakkında “nesh” denilen işlemin gerçekleşebilmesi için, daha sonradan “geceleyin bir defa kalkmayla ilgili” başka bir emrin gelmesi gerekirdi. Yani “artık geceleyin fazlaca kalkmanıza gerek yoktur, gece birkaç kez kalkmayın” mealinde yeni bir emrin gelmesi beklenirdi; oysa böyle bir durum kesinlikle söz konusu değildir.
  2. c) Âyetler Hz. Peygamber’e özel bir hüküm getirdiği için, bütün Müslümanlara yönelik namaz emriyle ilgili bir âyetin, özel bir mesaj içeren âyeti hükümsüz bırakması da düşünülemez, bu durum neshin mantığına aykırıdır.
Âyetlere yönelik “hükümsüz bırakıldıkları” iddiasını bu şekilde cevaplamaya çalıştıktan sonra, şimdi de “geceleyin kaç kez kalkmak gerektiği” sorusunu ele almak istiyoruz.
Geceleyin Kaç Kez Kalkmak Emredilmektedir?
  1. a) “Geceleyin kalkmak” eğer geceyi ihya etmek ise, o zaman âyetin devamındaki نِصْفَهُ “Gecenin yarısı”, انْقُصْ مِنْهُ قَل۪يلًاۙ “Yarıdan biraz kıs”, زِدْ عَلَيْهِ “Yarıdan sonrasını artır” şeklindeki ifadeler, gecede birkaç kez kalkmayı değil, kalkınca gecenin üçte birini veya yarısını ya da üçte ikisini ayakta geçirmeyi ifade eder. Bu tercihte öne çıkan husus, gecenin çoğunun ayakta geçirilmesidir.
Eğer maksat bu şekilde anlaşılırsa, o zaman قُمِ الَّيْلَ اِلَّا قَل۪يلًا “Birazı hariç, geceleyin kalk” emri ileاَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَل۪يلًاۙ “Gecenin üçte birinde” ve نِصْفَهُ “Yarısında” ifadeleri arasında sıkıntı meydana gelir. Çünkü bu durumda Hz. Peygamber’in gecenin çoğunu ayakta geçirmemiş olması söz konusu olur; sadece “üçte ikisinde ayakta oluşu” anlam kazanır. Böyle bir istek, aslında yerine getirilmesi mümkün olmayan bir talep gibi gözüküyor; çünkü gecenin yarısında kalkan birisinin artık ilk üçte birinde kalkması söz konusu olamaz. Gecenin son üçte ikisinde kalkan birinin de ilk seçenekleri yerine getirmesinden söz edilemez. Her halükârda, âyetlerdeki mesajı “geceyi bütüncül olarak değerlendirmek” şeklinde anlamakta zorluklar vardır.
  1. b) “Geceleyin kalkmak” bir gecedeki kalkış sayısını ifade ediyor olabilir. Buna göre, Yüce Allah Hz. Peygamber’den her gece mutlak surette en az bir kere kalkmasını istemektedir. Böyle olunca, gecenin ya ilk üçte birinde veya yarısında ya da son üçte ikisinde kalkması kendisine emrediliyor demektir. Bazı gecelerde ilk üçte birde, bazılarında yarısında, diğer bir kısmında ise son üçte ikisinde kalkmasının gerekliliği üzerinde durulduğu anlaşılabilir. قُمِ الَّيْلَ اِلَّا قَل۪يلًا “Birazı hariç, geceleyin kalk” emrinden sonra zikredilen “gece ile ilgili zaman ifadeleri”, gecenin hangi vaktinde kalkılacağını ortaya koymaktadır. İlk tercih yarısında kalkmaktır, diğerleri ise yarısından önce veya yarısından sonradır.
Aslında bu yorum da gecenin çoğunun ayakta geçirilmesi gerektiğini ortaya koyan قُمِ الَّيْلَ اِلَّا قَل۪يلًا “Birazı hariç, geceleyin kalk” emri ile uyumlu sonuç vermez. Çünkü gecede bir defa kalkmak sadece ilk üçte bir zamandan itibaren ayakta oluş ile uyumlu olur; diğer iki ifade gecenin çoğunu ayakta geçirmeyi karşılamaz.
  1. c) Biz bu âyetteki emrin, gecenin çoğunu ayakta geçirmeyle ilgili oluşundan hareketle, gecede üç kez kalkmanın emredildiğini düşünmekteyiz. Bunun Hz. Peygamber’i inşada önemli bir eğitim metodu olduğu kanaatindeyiz. Gecenin üzerinde çok durulmasının gerekçesi, sûrenin 6. âyetinde yer almakta ve gecenin inşa faaliyetindeki etkin rolü ortaya konulmaktadır. Vahyin indirilmeye başladığı zamanın Kadir Gecesi olduğu düşünüldüğünde, dinî bilgilendirmede gecenin önemi zaten ortaya çıkmış olacaktır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Müzzemmil 1-4. âyetlerde yer alan emirler ve orada bulunan اَوِ ev edatlarının “veya” değil de “ve” anlamına alınmasının daha doğru olacağını düşünmekteyiz. Bu doğrultuda, geceleyin Hz. Peygamber’in birkaç kez kalkmasının istendiği âyetlerde belirtiliyor demektir. Çünkü yine bu sûrenin son âyetinde gecenin ilk üçte birinde, yarısında ve son üçte ikisinde kalkanlardan söz edilmesi, bu anlamı tercih etmemiz gerektiğini ortaya koymaktadır. Son âyette evedatı değil, doğrudan ve edatı kullanılmaktadır. Kur’ân’da ev edatının tahyîr denilen “seçenek” anlamının dışında tafsîldenilen, “yani”, “diğer bir ifadeyle”, “aslında” anlamına gelen kullanım örnekleri de bulunmaktadır. Örnek olarak Bakara 2/200, Mü’minûn 23/6, Nûr 24/3 ve Me‘âric 70/30 gibi âyetleri zikretmekle yetinelim.
Sûrenin her iki âyetini birlikte düşündüğümüzde, ilk âyetlerin 20. âyette hafifletildiği görüşünü değil, ilk âyetleri 20. âyet ışığında anlamanın gerekliliğini tercih ettiğimiz anlaşılacaktır. Çünkü Hûd 11/1. âyetinde, “âyetlerin yine bizzat Yüce Allah tarafından âyetlerle açıklandığı” beyan edilmektedir. Dolayısıyla 20. âyetteki ifade 1-4. âyetlerdekini açıklığa kavuşturmakta ve her gece üç defa kalkmasının Hz. Peygamber’e emredildiği ortaya çıkmaktadır.
  1. Geceleyin Kalkmanın Anlamı
Geceleyin üç kez kalkmanın ileri derecede bir fedakârlık gerektirdiği açık bir gerçektir. Ancak unutulmamalıdır ki, peygamberlik kurumu da ancak bu tür fedakârlıkları gösterebilen yiğitlerin kurumudur. Anlaşılan o ki geceleri değerlendirmede ideal olan davranış, her gece üç kez kalkmaktır. Başta Hz. Peygamber olmak üzere yiğit müminlerin bunu başardığı sûrenin 20. âyetinde açıkça ortaya konulmaktadır.
Şüphe yok ki, idealler ortaya konulacak ki, o uğurda fedakârlık yapanlar da bulunabilsin. Bir anlamda çıta yükseğe konuldukça daha yüksek dereceler elde edilir. Tabana yakın veya zeminde kalan ya da en az fedakârlık gerektiren işlerle medeniyet kurulamaz; insanlığa yön verilip ideal toplumlar oluşturulamaz. Gecesine ve uykusuna hükmedemeyenlerin yarınlara hükmetmekten söz etmesi gülünç bir iddiadan öte bir değer taşımaz.
Başkaları uyurken kendileri de uyuyanların onlardan farkı kalmaz. Önemli olan, herkes uyurken uyanık kalabilmek ve zamanı vahyin istediği şekilde değerlendirip hayatı Yüce Allah’ın istediği gibi yaşamaktır. Bunu başarmak yiğitlik ister; başta peygamberler ve özellikle Hz. Peygamber olmak üzere gerçek yiğitler bunu başarmışlardır.
Geceleyin kalkmak, bir anlamda geceyi de ayağa kaldırmaktır.[7] Elbette bu iş yürek ister, azim ister, kararlılık ister. Hayatı yatmaktan ve uzun uzun uyumaktan ibaret sayanların yapacağı iş değildir bu. Gecelerini ihya edenler gündüzlerini ve hayatı inşa edenlerdir. Geceleyin vahyin uyandırıp dirilttiği gönüllerin sahipleri, gündüz yaşayacakları hayatı doğru planlayabilirler. Çünkü gecenin ihyası ve inşası, hayatın ihyası ve inşasıdır.
  1. Uyku İhtiyacı Zihinle Belirlenir
Gecenin çoğunda ayakta duranlar elbette uyku ihtiyaçlarını da karşılamak durumundadırlar. Âyette emredilen husus, gece sabaha kadar hiç yatmamak değil, uykuya ara vererek zamanı verimli kullanmayı öğretmektir. Geceleyin yeterince uyku alınmadığı için, adına “kaylüle” denilen gündüz kestirmelerle açık kapatılmaktadır. Ehli tarafından bilinir ki, uykunun bir bölümü gündüz saatlerine bırakılırsa, insan çok daha dinç ve zinde olmaktadır. Yıllarca geceleyin çalışıp sabaha kadar vahiy ile buluşmaya ve onu anlamaya çalışanların varlığından haberdarız.
Uyku meselesi önce beyinde başlamaktadır; orada karar verilince vücudun buna hazırlıklı hale getirilmesi son derece kolay olmaktadır. Normal zamanlarda insanlar 5-6 saatten fazla aç ve susuz duramazlarken, Ramazan’da özellikle yaz aylarında 15-16 saat aç ve susuz kalabilmektedirler. Bunu sağlayan en önemli etken, beyinde verdiğimiz karardır. Beyin diğer organlara komut verince organlar da kendilerini ona göre programlamakta ve zor gibi görülen şeyler kolaylıkla yapılabilmektedir. “Her kim Yüce Allah’a karşı sorumluluğunu bilir ve duyarlı davranırsa Allah da onun için çıkış yolu yaratır; hiç beklemediği veya hesap etmediği yerden onu rızıklandırır. Allah’a güvenenlere Allah yeter; çünkü işini hakkıyla yerine getirebilen yegâne varlık Allah’tır.”[8]
Hz. Peygamber’i geceleyin uzun uzadıya uykuya terk etmeyen ilâhî irade, onun ümmeti olan bizlere de benzer hassasiyetler göstermemizi öğütlemektedir. Din hizmetleri başta olmak üzere, bütün meslekler fedakâr insan isterler. Din adına hizmet edenler, dini anlatmak durumunda olanlar, bir anlamda tebliğ ve davet işiyle meşgul olup “emr-i bi’l-ma‘rûf nehy-i ‘ani’l-münker” görevini yerine getirmek isteyenler, her şeyden önce kendilerini görevlerine adamalı ve herkesten daha çok fedakârlık yapmalıdırlar.
Din tebliği ve eğitimi yapanlar yüreklerini vahiyle ve onun aydınlık ilkeleriyle buluşturmalı, bu arada karanlık olan gecelerini de vahyin aydınlığı ile münevver kılmalıdırlar. Onun için geceleri sıklıkla kalkmalı ve vahyin aydınlığı ile buluşmalıdırlar. Karanlıkları ışığıyla delip geçen ve çevresini aydınlatan yıldızlara benzetilen Kur’ân ve vahiy, önce bizim gecemizi aydınlatsın ki bu aydınlanma ile başkalarının karanlıklarına ışık olmayı başaralım.
ıı. Her Gece Tertîl Üzere Kur’ân Okunacak
وَرَتِّلِ الْقُرْاٰنَ تَرْت۪يلًاۜ “Kur’an’ı ağır ağır oku.” Âyetteki رَتِّلِ rattil ve تَرْت۪يلًاۜ tertîl kelimeleri “sindire sindire, ağır ağır, yavaş yavaş okumak” demektir.
Bu âyette Hz. Peygamber’e, vahyi tane tane, yavaş yavaş, ağır ağır, anlayarak, sindire sindire ve hissederek okuması emredilmektedir. Geceleyin kalkmanın gerekçesi işte bu cümle ile ortaya konulmaktadır. Her gece kalkılacak ve vahiy üzerinde derin derin düşünülecek. Vahyin Hz. Peygamber’i ilk inşası bu emirle şekillendirilmektedir.
  1. Tertîl Üzere Kur’ân Okumak Ne Demektir?
  2. a) Tertîl, bir şeyi güzelce düzene kavuşturarak ve kusursuz bir şekilde açık açık hakkını vererek beyan etmektir.[9]Ayrıca tertîl, “sözü tane tane, yavaş yavaş, aralıklarla, güzel bir sıraya koyarak açıklamaya ve söyleme”ye de denir. Kur’ân’ı tertîl üzere okumak, her harfini, söylenme biçimini, şeklini ve anlamını hakkını vererek okumaktır. رَتِّلِ rattilemrinin âyetin sonunda yeniden تَرْت۪يلًاۜ tertîlâ kelimesiyle desteklenmesi, arzu edilen “anlayarak okuma”nın ideal şekilde yerine getirilmesi gerektiğini öğretmeyi amaçlamış olmalıdır. Bir söz ne kadar güzel olursa olsun, eğer güzel söylenmezse beklenen etkiyi göstermez.
  3. b) Kur’ân’ın tertîl üzere okunması, sadece ses güzelliğiyle gelişi güzel, eze büze teğanni etmek, saz teli gibi sadece ses üzerinde yürümek türünden bir musikî işi değildir. Kelimelerin anlam ile ilişkisi ve dilin edebiyat özellikleri, ayrıca ruhsal ve manevî açıdan her türlü uygunluk gözetilerek bir okuma gerçekleştirilmelidir. Asıl maksat, manayı duymak, onu hissetmek ve mümkün olduğu kadar onu başkalarına da duyurmak için tecvid ile okumaktır. Tecvid de, kaaf harfini çatlatırken anlamı kaybetmek değildir.[10]
Elmalılı merhumun bu güzel tespitlerine katılmamak mümkün değildir. Arzu edilen şekilde Kur’ân’ı tertîl üzere okumak için elbette onu anlamak, yüreğinde hissetmek, bütün hücrelerine onu ulaştırmak ve bütünüyle sesini ve nefesini duymak gerekir. Çünkü vahiy bir sesleniştir; onu duymak ise muhatabın asıl görevdir. Kur’ân Yüce Allah’ın kelâmıdır; yani Yüce Allah bu kelâmıyla insanlara seslenmektedir. Seslenen veya konuşan varlık Yüce Allah olduğuna göre, onun konuşmasını başkalarını dinler gibi dinlemek hiçbir şekilde doğru olamaz. Aynı şekilde, Yüce Allah’ın kelâmını başka yazıları okur gibi okumak da yeterli olamaz. Hz. Peygamber’in ifadesiyle, “Yüce Allah’ın kelâmının diğer sözlere olan üstünlüğü, Yüce Allah’ın mahlûkata üstünlüğü gibidir.”[11] O halde vahyi okurken takip edilmesi gereken metot, onu anlamaya ve hayata taşımaya yönelik olmak zorundadır.
  1. c) Yüce Allah, Furkaan 25/32’de, vahyin peyderpey indirilişini gerekçelendirirken, önce Hz. Muhammed’in, sonra da bütün muhatapların yüreklerini, yani iç dünyalarını inşa edip pekiştirmekten söz etmektedir. Anlaşılıyor ki, insanların iç dünyalarını imar ve inşa etmiyorsa, Kur’ân doğru okunmuyor demektir. Buradan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kur’ân’ı tertîl üzere okumak, vahyi hayata okumaktır.[12] Vahyin indiriliş gayesi hayata müdahale etmektir. Hayata yansıtılmıyor ise indiriliş gayesi de kaybolma tehlikesiyle yüzyüzedir.
  2. d) Kur’ân’ı tertîl üzere okumak, ilâhî kelâmın anlamını kendimize indirmemizle de ilgilidir. Yukarılarda duran anlamların hayata indirilmesi için onun anlaşılması gerekmektedir. Bu nedenle lafızların sadece okunması veya tekrar edilmesi yeterli bir okuma biçimi değildir. Okumalarımızı mutlak surette anlamaya ve hayata yansıtmaya dönüştürmeliyiz. İşte yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki tertîlin anlamı ancak böyle hayat bulur. Şimdilerde yapıldığı gibi, Kur’ân’ı “okunmasıyla sevap kazanılan bir sevap makinesi”ne dönüştürmemeliyiz. İnsanlar makine gibi davranamaz. Bu tür faaliyetler mekanik okumalardır, bunları yavaş yavaş irfânî okumaya dönüştürmeliyiz.
  3. Tilâvet, Kıraat ve Tertîl Nasıl Birer Okumadır?
Kur’ân okumayla ilgili çok önemli üç kavramın yakından tanınması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu nedenle, “lafız”dan “anlam”a, oradan da hayatın ruhuna akışı içerecek bir sıralama ile bu üç kavramı ele almak istiyoruz.
  1. a) Dilimize “okumak” diye tercüme edilen tilâvet, “lafızları arka arkaya dizmek, tekrar etmek, aktarmak, hatırlatmak, gündeme getirmek, izlemek, gereğini yapmak ve takip etmek” anlamlarına gelmektedir. “Onlara İbrâhim’in haberini tilavet et”[13] mealindeki âyetlerde maksat, söz konusu peygamberlerin kıssalarının aktarılması, hatırlatılması ve gündeme taşınmasıdır. “De ki: Gelin, size Rabbinizin neleri haram kıldığını tilavet edeyim”[14] âyetindeki maksat da onların aktarılması ve öğretilmesidir. “Kur’ân’ı tilâvet etmem (bana emrolundu)”[15] âyetindeki tilâvet ise “okumak veya tekrarlamak” anlamına gelmektedir.
Tilâvetin “takip etmek” anlamı, Hûd 11/17 ve Şems 91/2’deki telâ fiilinin kullanımlarında özellikle çok belirgindir. Bu iki âyetten Şems sûresinde olanı çok ilginç mesajlar içermektedir. Ay, Güneş’i nasıl takip ediyorsa, Kur’ân’ı okuyan ve kendisine Kur’ân okunan kimse de Kur’ân’ı takip etmelidir. Bir anlamda hükümlerini, ilkelerini, dünya ve âhiret görüşünü hayatının vazgeçilmezi yapmalıdır. Bunun sonucunda, tilavet eden kişi aklını ve gönlünü Kur’ân’ın yörüngesine koymuş olacaktır.
Ay’ın Güneş’i takibinin en önemli sonucu, hem kendisinin aydınlanması hem de ışığını alıp başka taraflara yansıtmasıdır. İşte tilâvet denen okuyuşta, bir taraftan Kur’ân’ı takip etmek ve onun ilkelerini uygulamak vardır; diğer taraftan da onun ışığını alıp insanlığa yansıtmak anlamı vardır. Işığı yansıtabilmek için önce aydınlanmak gerekir. Kendisi aydınlanmadan başkasını aydınlatmak mümkün değildir. Bu nedenle Yüce Allah, insanoğlunun aydınlanmasını Kur’ân ile iletişim şartına bağlamıştır.
Kehf 18/27 ve ‘Ankebût 29/45 gibi âyetlerde Kitâb’ın, yani Kur’ân’ın tilavetinden maksat, hem onun okunması, hem tekrar edilmesi, hem başkalarına aktarılması, hem de emirlerinin ve yasaklarının gereğinin yerine getirilmesi, böylece diğer insanlara örnek olunmasıdır.
  1. b) Kıraattilâvetten farklıdır ve ondan daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Çünkü kıraat, tilâvete göre daha entelektüel bir okuma faaliyetidir. Bilindiği gibi vahyin ilk emri ‘Alak sûresinin ilk âyetlerindeki ıkra’dır. Hz. Peygamber ilk vahiy aldığında Cebrâîl (as) ona ıkra’ demişti. Vahyin yazılı bir şekilde gelmediği gerçeği göz önünde bulundurulursa, söz konusu emrin şimdi anladığımız anlamda basit bir okuma olmadığı rahatlıkla görülecektir.
Kıraat emrinin yer aldığı âyette, aslında bunun nasıl bir okuma olduğuna dair güçlü bir işaret vardır. Orada Yüce Allah, Kendisini “yaratan” sıfatıyla tanıtmaktadır. Yarattığının ne olduğunu belirtmemesi, maksadının “her şey” olduğunu ortaya koymaktadır. “Yaratan Rabbin adının kıraat edilmesi”, yarattığı her şeyde yüceliğinin düşünülmesini istemesidir. Bir anlamda kıraat, “yaratılana bakarak Yaratan’ı bulmak” demektir. İkinci âyetteki “insanın ‘alaktan yaratılması” ifadesi, söz konusu kıraatin bir düşünce eylemi olduğunu göstermektedir. Kıraat aklın ve zihnin okumasıdır. Bu yüzden Kur’ân okunurken Şeytan’dan Yüce Allah’a sığınmanın emredildiği Nahl 16/98’de tilâvet değil, kıraat kelimesi kullanılmaktadır. Şeytan, Kur’ân’ı anlama çabasına yönelik kıraati saptırır; tilaveti değil.[16] Kur’ân’ı kıraat etmek, anlamları üzerinde düşünmek ve aklı harekete geçirmek demektir.
  1. c) Türkçeye “okumak” şeklinde çevrilen diğer bir kelime de tertîl Furkaan 25/32 ve Müzzemmil 73/4’te geçen bu sözcük, daha önce de genişçe açıkladığımız üzere “özümseyerek, hissederek, yüreğinde duyarak, vahiy ile âdeta bütünleşerek yavaş yavaş okumak” demektir. Buradan anlaşılıyor ki Kur’ân’ı okumak, onu önce anlamayı (kıraat) ve sindire sindire okumayı (tertîl), ardından da gerekeni yapıp aktarmayı (tilavet) zorunlu kılmaktadır. Bu üçü de okumanın içinde olmalıdır; bunlardan herhangi biri yoksa okuma eksik kalır.[17]
Bütüncül ve sonuç veren okuma eylemi, anlamayarak tekrardan veya sadece aktarımdan oluşan mekanik bir okuma değildir. Tam aksine irfânî, yani bilinçli bir kıraat oluşturmaktır. Demek ki tilâvet, sadece okumak, tekrarlamak veya aktarmak değil, aynı zamanda okunanı uygulamaktır. Anlaşılmadan ve gereği yerine getirilmeden yapılan okumalar elbette gereksiz veya lüzumsuz değildir, ancak yeterli hiç değildir.
  1. Kur’ân Nasıl Okunmalıdır?
Ele aldığımız ve kısaca açıklamaya çalıştığımız bu üç temel kavram da okuma için gereklidir. Anlamaya ve yaşamaya dayalı okumalar arzu edilen okumalardır. Kur’ân ile ilgili görevimiz anlaşılmadan sadece okumakla bitseydi ve bu tür okumalarla yeterli sevap kazanılsaydı, şimdilerde en çok sevap kazananlar okumaya programlanmış elektronik aletler olurdu. Bilgisayarlara yüklenecek çeşitli programlarla günde birkaç kez hatim yapılması mümkündür. Ancak Kur’ân okuduğu için duygulanan veya yaş döken bir bilgisayardan söz edilemez. Çünkü bilgisayarlar veya diğer teknolojik aletler Kur’ân okumuyor; onlar sadece seslendirmede aracılık yapıyorlar. İnsanlar da aynı şekilde görevlerinin sadece seslendirmekten ibaret olmadığını bilmeli ve elektronik bir araçtan farklı olduklarını uygulamalarıyla ortaya koymalıdırlar.
Kur’ân, her şeyden önce insanın içini inşa eder. Yüreği vahyin aydınlığına kavuşan insanın davranışlarına da bu aydınlık yansır, yansımalıdır. Bu nedenle okumalarda anlamak ve inanarak okumak çok önemli bir yer tutmaktadır. Enfâl 8/2’de, gerçek müminler Allah anıldığında kalpleri ürperen ve kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanları artan insanlar olarak tanıtılmaktadır. Benzer bir ifade Tevbe 9/124’te de yer almaktadır. Secde 32/15’te, Allah’ın âyetlerine gerçekten iman edenlerin âyetler kendilerine hatırlatıldığında hemen secdeye kapandıkları ve Yüce Allah’a hamd ederek tesbih ettikleri bildirilmektedir.
Yüce Allah, Zümer 39/23’te sözün en güzelini işte bu Kur’ân olarak indirdiğini beyan ettikten sonra, Rablerine karşı derin saygı duyanların Kur’ân’dan ve onun benzersiz ilkelerinden etkilendikleri için derilerinin ürperdiğini, tüylerinin diken diken olduğunu ifade etmektedir. Hadîd 57/16’da da “İman edenlerin, Allah’ı ve indirilen hakikati anınca tâ kalplerinde ürperti duymalarının vakti hâlâ gelmedi mi?” ifadesi yer almaktadır. Bütün bu ve benzer âyetlerde dile getirilen duyarlılıkların sahibi olmak için, elbette Kur’ân’ı anlayarak okumak bir zorunluluktur; bunun başka bir çıkar yolu da yoktur. İşimiz sadece “okumak” değil, okuduğumuzu anlayarak hayatımıza yansıtmak olmalıdır. Yaşamak için okumalı, okuduğumuzu da mutlaka yaşamalıyız.
Sözün burasında özellikle şu hususun altını çizmeliyiz: “Kur’ân, eğer anlaşılmıyorsa okunmasına da gerek yoktur” türünden yaklaşımlar doğru değildir. Günümüzde bazı insanlar, Kur’ân’ın anlamını bilmenin öneminden söz ederken, “anlamıyorsan okumana da gerek yoktur” demektedirler. Böylece metni olabildiğince küçümsediklerini fark edememektedirler. Arapçayı bilmeyen, bu nedenle okuduğu metni anlayamayan insanların Kur’ân ile irtibatını kesmenin kime ne faydası olabilir ki?
Anlamak için önce okumak gerekir. Okumadan anlamak mümkün olmadığı için, anlamayı bu işin ikinci basamağı olarak görmekteyiz. Okumasını bilmeyen, ancak inancında tereddüt bulunmayan nice Müslümanlar vardır ki, Kur’ân metninin yüzüne bakarak duygulanır, gözyaşı dökerler. Ona bakarken veya anlamadan da olsa onu okurken ilâhî mesajı gönderen Yüce Allah’ı düşünür ve ibret alacak bir anlayışa sahip olabilirler.
Yaşı geçmiş, artık metnin yüzüne bakmaktan veya onu anlamadan da olsa okumaktan başka çaresi kalmamış olanlara söyleyecek hiçbir sözümüz yoktur. Şüphe yok ki, bu durum zamanında tedbir almayıp doğru okumanın ne olduğunu öğrenmemiş olmalarının sonucudur. Böyle sonuçlarla karşılaşmamak için önceden tedbirli olmak ve doğru bilgi ile buluşmak gerekmektedir. Kur’ân’ın anlaşılarak okunması idealdir ve doğru olandır. Bunun dışındakiler ise eksiktir ve sahibini doğruyu aramaktan uzaklaştırabilecek bir nitelik arz edebilir.
Yaşlıların veya çaresizlerin sözünü ettiğimiz türden okumaları birer mazeret şeklinde anlaşılmalıdır; durumu müsait olanların ise mutlak surette Kur’ân’ı anlayarak okumaları bir zorunluluktur. Kur’ân’ı hayata taşımanın bundan başka bir yolu yoktur. Dinî okumalarımızı ve anlatımlarımızı Kur’ân’dan başlatmalıyız; din adına ilk referansımız ise elbette Kur’ân olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber’in dini anlama ve tebliğ için 23 yıllık peygamberlik hayatındaki uygulaması bu olmuştur. Her konuda olduğu gibi bu konudaki örneğimiz de Hz. Peygamber ve onun Kur’ân’ı hayata geçirme anlamındaki sahih uygulaması olmalıdır. Zaten Hz. Peygamber’in en vazgeçilmez sünneti de budur.
  1. Kur’ân Okurken Ses Güzelliği Ne Demektir?
Günümüz İslâm dünyasında, Kur’ân okunurken ses güzelliği, nefes uzunluğu ve makam incelikleri bağlamında çeşitli ölçüler ortaya konulmaktadır. Buna göre Kur’ân’ı güzel okuyarak muhatapların yüreklerine ince ve derin mesajlar verilmesi amaçlanmaktadır.
Elbette “bir şeyi düzgün okumak, işi yoluna koymak” anlamına gelen tecvîd kelimesinden hareketle, Kur’ân’ın tecvidle okunması çok önemlidir. Kelimelerin doğru telaffuz edilmesi, anlamı da yakından ilgilendirmektedir. Arapçada sesleri birbirine çok benzeyen, bu nedenle de telaffuzda genellikle karıştırılan harfler vardır. Bu karışıklığa meydan vermemek için Kur’ân’ı “tecvid”le okumanın gerekliliği son derece açıktır.
Bu noktada şu hususun da altını çizmekte büyük yarar görmekteyiz: Yazılı metnin bulunduğu “Mushaf”ı yüceltip de, o metni yücelten ilâhî kelâmı ötelemek yanlış bir tutumdur. Saygı gereği abdestsiz olarak Mushaf’a dokunmayanlar, Kur’ân’ı abdestsiz bir şekilde ezberden okumakta bir sakınca görmemektedirler. Aynı şekilde, tecvidi yeterli görüp tertîli terk etmek de son derece hatalı ve eksik bir davranış biçimidir. Tertîli tecvide indirgeyip kıraat ve tertîli de anlamadan okumaya, sese ve makama indirgemek, meseleyi lafızdan ibaret saymak anlaşılabilir bir tutum değildir.
Hz. Peygamber, Kur’ân’la ilgili en güzel sesi tarif ederken şu evrensel tanımı yapmıştır: “İnsanların Kur’ân okurken sesi en güzel olanı, onu dinlerken Allah’a derin saygı duyduğunu (haşyet içerisinde bulunduğunu) gördüğün kişidir.”[18] Ayrıca “Kur’ân okurken teğanni yapan kişi bizden değildir”[19] hadisinde de Hz. Peygamber Kur’ân okumanın nasıl olmaması gerektiği noktasında çok önemli bir uyarıda bulunmaktadır. İmam Mücâhid, Kur’ân’ı anlayarak okuma noktasında şunları ifade etmiştir: İnsanlar arasında Kur’ân okuyuşlarını Yüce Allah’ın en çok sevdiği kişiler, okurken onu akledenler, yani mesajını düşünüp anlayanlardır.[20]
“Kur’ân’ı seslerinizle süsleyin”[21] mealindeki hadisleri de bu iki hadis ışığında anlamak durumundayız. Çünkü Kur’ân’ın süse ihtiyacı yoktur; onu okuyan sesler onun nuruyla aydınlanmış ve bereketiyle süslenmiş olurlar. Kur’ân âyetleri nasıl ki birbirinin tefsiri durumunda iseler, hadisleri de birbirinin tefsiri gibi düşünmek ve konuyla ilgili hepsini düşünerek birlikte kanaat sahibi olmak gerekir.
Kur’ân’ın süse ihtiyacı olmadığını ifade ederken, yukarıda naklettiğimiz rivayetin tam tersi başka bir rivayeti ise İbn Abbâs’tan öğrenmekteyiz. Bu rivayete göre, Hz. Peygamber “Seslerinizi Kur’ân ile süsleyin, güzelleştirin”[22] buyurmuştur. Bu ikinci rivayet, yukarıda naklettiğimiz diğer rivayetleri de doğrulamakta, Kur’ân okumaktan maksadın yürekleri, gönülleri, sesleri ve nihayet hayatı onunla süslemek olduğunu ortaya koymaktadır.
  1. Vahyin İndirilişi Neden 23 Yıl Sürmüştür?
Bilindiği üzere, vahyin indirilişi Milâdî 610 yılında başlamış, 632 yılında bitmiştir. Demek ki Kur’ân yaklaşık olarak 23 yılda indirilmiştir. Onun çok daha kısa sürede indirilmesi elbette mümkündü. Hatta bunu soruya konu edinen Mekkeli kâfirlere Yüce Allah Furkaan 25/32’de cevap verirken, gerekçesini vahyin yürekleri dayanıklı veya mukavemetli hale getirmesi olarak belirlemiştir. Vahyin amacı hayatı inşa etmek olduğu için indirilişi de yavaş yavaş gerçekleştirilmiştir. Bu gerçeği göz önünde tutarak, indirilişi tertîl şeklinde yavaş yavaş ve ağır ağır gerçekleştirilen vahyin okunuşunun da elbette yine tertîl üzere olması kaçınılmazdır. Yorumunu yaptığımız Müzzemmil sûresinin dördüncü âyetindeki emir işte bu istikamette bir okumayı ifade etmektedir. Çünkü hızlı okumalar anlamın kaybedilmesine neden olmaktadır.
Yüce Allah, tıpkı indirilişi ve okunuşunda olduğu gibi, İsrâ 17/106’da bu mesajın insanlara kıraat edilmesi hakkında bilgi verirken, bunun yavaş yavaş gerçekleştirilmesi gerektiğini bildirmektedir. Vahyi okurken onu nasıl düşünce süzgecinden geçirmeliysek, başkalarına anlatırken de aynı hassasiyeti gözetmek durumundayız. Sahâbîlerin vahyi dinlerken yaptıkları uygulama da bu şekildeydi. 10 âyetlik bir dinleme, öğrenme ve yaşama aşamaları geçildikten sonra yeni bir 10 âyetlik gruba geçiliyor ve böylece vahyin hayatı inşası sağlanmış oluyordu.
Abdullah b. Amr’dan gelen bir rivayete göre o, Rasûlüllah (sav)’a “Kur’ân’ı ne kadar zamanda okuyabileceği” ile ilgili bir soru sorunca, Nebî (as)’dan “Kur’ân’ı bir ayda oku!” cevabını almıştır. Bunun üzerine “Daha fazlasına da gücüm yeter (yani daha kısa zamanda da okuyabilirim)” deyince Nebî (as), “Onu yedi günde oku; bu sayıyı daha da artırma (yani daha az zamanda okumaya kalkışma)” buyurmuştur.[23]
Hz. Peygamber’in ilk cevabından anlaşılıyor ki, Kur’ân’ı en erken bir aylık sürede okumaya çalışmak gerekir. Ramazan’da mukabele okunmasının gerekçelerinden birisi, “o yıl gelen vahiylerin onaylanması” idi. Diğer sebep de belki Kur’ân’ın anlaşılarak ancak bir ayda okunabileceğinin öğretilmesiydi. Bir haftaya indirilmesindeki sebep ise, Kur’ân’ı çok iyi bilenlerin bile okumayı bir haftadan daha kısa bir süreye çekmemeleridir. Bu noktada asıl belirleyici gerekçe, daha az zamanda okunursa anlamının kaybedilmesi ihtimali olmalıdır. Kur’ân ile ilişkimiz, iletişimimiz ve diyalogumuz Hz. Peygamber’in yaptığı ve yaptırdığı şekilde olmalıdır. Bunun başka bir çıkar yolu yoktur.
İndirilişi uzun zaman almış, hayata yansıtılması ise çok kısa sürede gerçekleştirilmiş olan eşsiz hitap Kur’ân ile iletişimimiz sıcak, canlı ve hayata yansıtılabilir şekilde olmalıdır. Kur’ân metni üzerinde tertîl üzere gerçekleştirilecek bir okuma biçimi, onun inmeye devam eden anlamlarıyla buluşmayı da sağlayacaktır. Metin olarak indirilişi Hz. Peygamber’in vefatıyla bitmiş olsa da, insan gönlüne ve hayata yönelik anlam akışı devam etmektedir.
Metni Arapça olan ilâhî hitabın anlamının Rab’ca olduğunda ve hayatı inşa edici yönünün bütün kemaliyle devam ettiğinde hiçbir şüphe yoktur. Bu akışı görüp müşahede etmek için onunla sağlıklı bir iletişim kurmanın diğer bir adı onu tertîl üzere okumaktır. Özetle tertîl, Kur’ân’ı âdeta Kur’ânlaşarak okumak, bütün gönlümüzde içselleştirip hayatımızda canlı olmasını sağlamak ve onu hayata okumaktır.

5-9. ÂYETLER:
اِنَّا سَنُلْق۪ي عَلَيْكَ قَوْلًا ثَق۪يلًاۜ ﴿5﴾
اِنَّ نَاشِئَةَ الَّيْلِ هِيَ اَشَدُّ وَطْـًٔا وَاَقْوَمُ ق۪يلًاۜ ﴿6﴾ اِنَّ لَكَ فِي النَّهَارِ سَبْحًا طَو۪يلًاۜ ﴿7﴾
وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْت۪يلًاۜ ﴿8﴾ رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ لَآ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاتَّخِذْهُ وَك۪يلًا ﴿9﴾
5. (Çünkü), yakında Biz sana (içeriği ve sorumluluğu) ağır bir söz vereceğiz, vahyedeceğiz. 6. Şüphesiz, gecenin inşası daha başarılı ve kalıcıdır; sözü de daha etkilidir. 7. Muhakkak ki, gündüzün senin için uzun (ve değerli) meşguliyetler olacaktır. 8. Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O’na yönel. 9. (Allah) doğunun da batının da Rabbidir; Kendisinden başka hiçbir ilâh da yoktur. (Bu nedenle, sadece) O’nu vekîl tut.”
Yüce Allah, sûrenin ilk âyetlerinde Hz. Peygamber’i vahiy ile inşa ederken, vahiy ile özellikle geceleyin buluşmasını ve vahiy üzerinde yoğunlaşmasını kendisine emretmektedir. Böylece Kadir Gecesi indirilmeye başlanan Kur’ân hakkında yine geceleyin düşünülmesinin önemi vurgulanmış olmaktadır. 5-9. âyetlerde ise, vahyin özellikleri, gece bilgilenmenin etkinliği, Hz. Peygamber’in Yüce Allah’a karşı birtakım sorumlulukları bağlamında zikrin ve O’na yönelip O’nu vekîl edinmenin gerekliliği hatırlatılmaktadır. Çünkü insanın hayatında iki tür görevi vardır: Birisi, yaratıcı kudret olan Yüce Allah’a karşı görevleri, diğeri de insanlarla ilişkileri. İşte bu âyetlerde öncelikle Hz. Peygamber’in ve dolayısıyla müminlerin Yüce Allah’a karşı görevlerinden bir bölümü üzerinde durulmaktadır.
a) Vahyin Ağırlığı Ne Demektir?
Yüce Allah, sûrenin 5. âyetinde, ilk âyetlerde emrettiği “her gece çeşitli defalar vahiy ile buluşma”nın, üzerinde uzun uzun düşünmenin ve onunla hemhâl olmanın sebebini gündeme getirmektedir.
ı. Vahyin Gönderilişini Yüce Allah Sahiplenmektedir
اِنَّا سَنُلْق۪ي عَلَيْكَ قَوْلًا ثَق۪يلًاۜ “(Çünkü) yakında Biz sana (içeriği ve sorumluluğu) ağır bir söz vereceğiz, vahyedeceğiz.” Âyetteki نُلْق۪ي nulkıı fiili “indirmek, atmak, bırakmak, vermek, ilka etmek, vahyetmek”, قَوْلًا kavlen kelimesi “söz”, ثَق۪يلًاۜ sekıılâ sözcüğü ise “ağır” demektir.
Yüce Allah, sûrenin bu âyetinde daha önceki âyetlerde dile getirdiği, “geceleyin kalkış”ın neden üç kez olduğunu, niçin uzun zaman içermesi gerektiğini gerekçelendirmektedir. Kısa süreli veya az sayıdaki kalkışlar, daha az fedakârlık gerektiren işler için söz konusu olabilir. Ancak risâlet gibi, önce peygamberlerin kendilerini, ardından yakın ve uzak çevrelerini, nihayet bütün insanlığı dönüştürecek büyük ve iddialı bir görevin muhatapları elbette yoğun gayretlerin sahibi olmak durumundadırlar. Görevin büyüklüğü fedakârlığın da olabildiğince üst düzeyde gerçekleşmesini zorunlu kılar.
Âyetteki اِنَّا innâ edatı, vahyi Yüce Allah’ın sahiplendiğini ve vahiy göndermede melek görevlendirme usulünü ortaya koymaktadır. Bu arada نُلْق۪ي nulkıı fiilinin başındaki سَ sîn edatı vahiy akışının devam edeceği bilgisini Hz. Peygamber’e ulaştırmaktadır. “Yakında” anlamına gelen bu sîn edatı, vahyin başlangıç dönemlerinde ara sıra fetratü’l-vahy denilen “kısa süreli kesinti”lerin olacağını da dolaylı olarak haber vermekteydi.
ıı. Vahyin Ağırlığı Üç Şekilde Anlaşılabilir
Âyette yer alan “ağır söz”ün mahiyeti hakkında farklı yaklaşımlar söz konusudur. Şimdi bunları ele almak istiyoruz.
  1. a) Âyette sözü edilen “ağırlık”, müfessirlerimizin büyük çoğunluğunun da kabul ettiği üzere, hiç şüphe yok ki vahyin içeriğinin ağırlığıdır. Önceki âyetlerde sözü edilen “geceleyin kalkış”ın nedeni, vahyin değeridir; yani kadru kıymeti anlamındaki ağırlığıdır. Kur’ân, içerdiği emirler, yasaklar ve dolayısıyla muhataba yüklediği görevler itibariyle ağır ve dolu bir konum arz etmektedir. Ancak bilinmelidir ki, burada sözü edilen ağırlık, insan gücünün ve takatinin üstünde bir boyutta değildir. Çünkü Kur’ân’da “Yüce Allah’ın hiçbir cana kaldırmayacağı yükü yüklemeyeceği” beyan edilmektedir.[24] Ayrıca başka bir âyette de Yüce Allah’ın, dinde zorluk ve imkânsızlar yaratmadığı belirtilmektedir.[25] Buradaki ağırlık, imkânsızlık anlamına gelmez; sadece biraz daha fazla fedakârlık gerektirmektedir.
Sûrenin 20. âyetinde belirtildiğine göre başta Hz. Peygamber olmak üzere müminlerden önemli bir bölümü veya hepsi bu duyarlılığı göstermeyi başarmışlardı. Bu durumda Hz. Peygamber’in konumu daha özel bir hal ifade eder. Çünkü hem kendisi bu yükümlülüklerin gereğini yerine getirmiş olacak, hem de muhataplarına bunu tebliğ edip onların da görevlerini yapmalarını sağlayacak katkıyı sunacak. Aslında dinlenme zamanı olan “gece vakitlerinde kalkmak” görevin büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Dünya hayatında vahyin bu yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışanlar için mahşerde de sevap tartılarının ağırlığı artacaktır.
  1. b) Müfessirlerimizin önemli bir bölümü, “ağır söz” tamlaması hakkında bilgi verirken, konuyu vahyin gelişi esnasında yaşanan fiziksel ağırlık ve bedensel olarak hissedilen yükle de ilişkilendirmişlerdir. Buna dair çeşitli rivayetler kaynaklarımızda yer almaktadır. Bu cümleden olarak, devenin üzerinde bulunduğu bir esnada Hz. Peygamber’e vahiy gelince, devenin çöktüğü ve hareketsiz kaldığı nakledilmektedir.[26] Aynı şekilde Nebî (as)’a soğuk günlerde bile vahiy gelirken yüzünden ter aktığı ve vahyin ağırlığı nedeniyle yüzünün kızardığı ifade edilmektedir.[27] Olayın bu boyutu vahyin yüklediği sorumluluğun fiziksel boyutunu göstermektedir.
  2. c) “Ağır söz”den maksat, bu değerlerin Kıyâmet Günü tartıda oluşturacağı manevî ağırlık da olabilir. Çünkü bu sözler hafif ve değersiz değildir. Aksine doğruluğunu, faydalarını ve açıklamalarının son derece güçlü olduğunu da unutmamak gerekir. Maksat Kur’ân’ın bereketinin ağırlığı olduğu belirtilerek, dünyadaki bu ağırlık gibi âhirette de tartıda ağırlık oluşturacağı beyan edilmektedir.[28] Bu rivayete göre vahyin ağırlığı dünya için “hakikat”, âhiret için değer anlamında “mecaz” ifade eder.
  3. d) Yüce Allah’ın koruma garantisinde olduğu için vahyin başkaları tarafından bozulamaması ve herhangi bir dış unsurun onu iptal edemeyecek olması da bu noktada hatırlanmalıdır. Ağırlığı “içerik bakımından doluluk” anlamına alınca, çeşitli ilim adamlarının asırlar boyu ondan yararlandığını ve yararlanmaya devam edeceğini, bunun sonucunda ilâhî mesajın ağırlığından hiçbir şey kaybetmeyeceğini özellikle hatırda bulundurmak zorundayız.
  4. e) Ayrıca bu ağır sözlerin münafıklara ve dolayısıyla müşrik ve kâfirlere uygulamada çok güç geleceği de ifade edilen görüşler arasında yer almaktadır.[29] Âyetlerin iniş zamanı dikkate alındığında bu son görüş biraz zayıf görünse de, kıyâmete kadar bâkî kalacak bu ilâhî mesaja karşı kâfir ve münafıkların olumsuz tutumu bakımından isabetli görülmelidir.
  5. f) “Vahyin ağırlığı” tıpkı yağmur yüklü bulutların ağırlığı gibi hayatı yeşerten, ona anlamını kazandıran ve hayatı dolu dolu yaşamayı sağlayan bir içerikle de anlaşılabilir. Yağmur nasıl kuru toprakları yeşertip canlandırıyorsa vahiy de aynı şekilde çorak gönüllere hayat vermektedir. Uzak bir yorum gibi görünse de vahyin ağırlığına bu açıdan da bakılabileceği kanaatindeyiz.
Vahiy değer ve içerik açısından hem hakikat hem de mecaz olarak çok ağır olduğu için, onunla donanımlı olanlar elbette onun ağırlığını ve sorumluluğunu üzerlerinde hissedeceklerdir. Söz ağır, sorumluluk da ağır olunca onu elde edebilmek için fedakârlıkların da aynı oranda ağır ve büyük olması elbette kaçınılmazdır. Bu nedenledir ki, geceleyin en az üç kez kalkmak ve gecenin çoğunu ayakta geçirmek önemli bir duyarlılık olarak benimsenmeli ve uygulanmalıdır.
b) Geceleyin İnşâ Olmanın Önemi
Yüce Allah, sûrenin 6. âyetinde, önceki âyetlerde dile getirdiği yükümlülükler bağlamında geceleyin kalkmanın diğer bir gerekçesini hatırlatmakta ve bilgilenmede gecenin farkını bizlere öğretmektedir.
ı. Geceleyin Elde Edilen Bilgi Daha Etkili ve Kalıcıdır
اِنَّ نَاشِئَةَ الَّيْلِ هِيَ اَشَدُّ وَطْـًٔا وَاَقْوَمُ ق۪يلًاۜ “Şüphesiz, gecenin inşası daha başarılı ve kalıcıdır; sözü de daha etkilidir.” Âyetteki نَاشِئَةَ nâşiekelimesi “kalkış, diriliş, inşa, neşe”, الَّيْلِ el-leyl sözcüğü “gece”, اَشَدُّ eşedd kelimesi “daha şiddetli, güçlü”, وَطْـًٔا vat’ kelimesi “sağlam, kuvvetli, etkili”, اَقْوَمُakvem kalıbı “güçlü, dayanıklı, kalıcı”, ق۪يلًاۜ kııl kelimesi ise “söz, deyiş, anlayış” demektir.
Bu âyette gecenin bazı özellikleri dile getirilmekte ve muhatabı yetiştirmedeki etkinliği gündeme taşınmaktadır.
  1. a) اِنَّ نَاشِئَةَ الَّيْلِ “Şüphesiz, gecenin nâşiesi, inşası.” Gecenin inşa ediciliği, “gecenin bazı vakitlerini” ve “o vakitlerde yapılan işleri” içerir. “Gecenin bazı vakitleri”nden kasıt, elbette kalkılan üç vakittir ki bunlar gecenin üçte biri, yarısı ve üçte ikisidir. Sûrenin ilk âyetlerinde bu üç vakte ve orada kalkmaya dair emir yer almaktadır. Buna göre âyetteki نَاشِئَةَ الَّيْلِ nâşiete’l-leyl tamlaması, gecenin belli vakitlerindeki kalkışı ve bunların hayata yansımalarını ifade etmiş olur.
“Gecenin nâşiesi”, gecenin insanı inşasıdır; yani geceleyin yapılacak fedakârlıklarla insanların şekillendirilmesi, bazı olaylara hazır ve donanımlı hale getirilmesidir. Başka bir ifadeyle, insanın yeniden inşası anlamına gelmektedir. Bitkilerin inşası, nasıl ki yerden bitirilip tohumundan farklı yeni bir şekil alması ise,[30] geceleyin inşa olmak da kişiyi eskisinden farklı bir hale getirmeye vesile olur. Nitekim insanın tek bir candan veya cevherden yaratılıp ona çeşitli organlar verilmesinden söz eden âyetlerde de aynı şekilde enşee/inşâ’ fiili kullanılmaktadır.[31] Dahası, insanların ilk yaratılışlarından ve mahşerdeki diriltilmelerinden söz edilirken kullanılan kelimelerden birisi de nünşie/en-neş’esözcüğüdür.[32] Kur’ân’daki bu kullanım örneklerinden hareketle, geceleyin gerçekleştirilecek inşa faaliyetinin sonuçlarının, öncesinden çok daha farklı ve etkili olacağını söylemekte hiçbir sakınca yoktur.
“Gecenin inşası” bir anlamda geceleyin dirilmek demektir. Geceleyin donanımlı hale gelip manevî olarak dirilmiş olanlar, kalktıkları geceyi de diriltmiş olurlar. Çünkü inşa etmek ihya etmek demektir. Bu nedenle, risaletin ilk dönemlerinde Hz. Peygamber’den neden bu şekilde davranmasının istendiği ortaya çıkmış olmaktadır. Âyetin başındaki اِنَّ inne edatı bu gerçekliğin sağlamlığını ortaya koymada anlama güç katmaktadır. Bu doğrultuda Hz. Peygamber’in geceleyin inşasının, ilk vahyi almaya başladığı zamanla da uyumlu olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
  1. b) هِيَ اَشَدُّ وَطْـًٔا وَاَقْوَمُ ق۪يلًاۜ “(Gecenin inşası) daha başarılı ve kalıcıdır; sözü de daha etkilidir.” İmam Ferrâ buradaki وَطْـًٔا vat’kelimesini açıklarken onun “alabildiğine sebatlı, kararlı ve etkin” anlamlarına geldiğini beyan etmektedir. Gece vakitlerinde kalb boş olduğu ve farklı işlerle meşgul olmadığı için, gece saatleri daha etkili sonuçların elde edilmesine vesile olur. Bu kelimenin vıt’ ve vitâ’ şeklinde de okunabildiği, buna göre anlamının “uygunluk, onarıcılık” olduğu ifade edilmektedir.[33] وَاَقْوَمُ ق۪يلًاۜ akvemu kıılâ ifadesi ise, sözün çok daha kalıcı ve etkisinin devamlı oluşu demektir.
Gecenin sakin yapısı bir taraftan insanın psikolojik açıdan dinginliğini sağlarken, diğer taraftan da başka gürültü ve meşguliyetler bulunmadığı için sözün çok daha net bir şekilde duyulmasını, anlaşılmasını ve korunmasını temin edecektir.
Bütün bu izahlarımızın sonucunda şunu söyleyebiliriz: Âyetin verdiği anlam, geceleyin kalkışın çok daha uygun bir davranış olduğu ve maksadı gerçekleştirmede çok daha ileri düzeyde etkinlik sağlayacağı şeklindedir.
ıı. Gece İnşa Olmuş Gündüz Meşguliyetleri Tesbihe Döner
اِنَّ لَكَ فِي النَّهَارِ سَبْحًا طَو۪يلًاۜ “Muhakkak ki, gündüzün senin için uzun (ve değerli) meşguliyetler olacaktır.” Âyetteki النَّهَارِ en-nehârkelimesi “gündüz”, سَبْحًا sebh sözcüğü “meşguliyet, uğraşı, tesbih”, طَو۪يلًاۜ tavîl kelimesi ise “uzun, çok” demektir.
  1. a) Önceki âyetin devamında gelen bir âyet olarak, burada Hz. Peygamber’in ve diğer muhatapların gece inşa edilmelerinin bir başka gerekçesi ele alınmaktadır. Gündüz insanların çeşitli meşguliyetleri olacaktır; dolayısıyla vahyin aydınlığını doğru ve arzu edilen düzeyde elde edememek söz konusu olabilir. Onun için, öncelikle geceleyin vahiy ile donanımlı hale gelmenin gereği üzerinde durulmakta, ardından bunu engelleyebilecek bazı meşguliyetlerin varlığı hatırlatılarak, insanların dikkatleri bu noktaya çekilmektedir.
  2. b) Gündüz yaşanacak meşguliyetlerden birisi de şüphesiz gece sahip olunan bilgilerin gündüzleri diğer insanlara ulaştırılmasıdır. Geceleri bilgi depolamak, gündüzleri onları diğer insanlara tebliğ etmek için çok önemli bir metottur. Bir anlamda gündüz yapılacak hayırlı hizmetler için gece inşa olmak zorunluluk arz etmektedir.
  3. c) Bazı müfessirlerimiz âyetteki سَبْحًا sebh kelimesini “uyku için boş zaman” anlamına alarak, maksadı şu şekilde ifade etmektedirler: Gecelerini değerlendirmek üzere uyanık kalanların bu ihtiyacı karşılamaları için gündüz bolca zaman ve fırsatları olacaktır. Bu durum başta Hz. Peygamber olmak üzere diğer müminlere hatırlatılmaktadır.[34] Böyle olunca, gündüzün çeşitli zamanlarında uyku ihtiyacı giderilerek vücudun herhangi bir sağlık sorunu yaşamasının önü de kesilmiş olmaktadır.
  4. d) Âyette verilmek istenen diğer bir mesaj da şudur: Buradaki سَبْحًا sebh kelimesi ile tesbîh kelimesinin aynı kökten geldiği düşünüldüğünde âyette neden bu kelimenin seçildiği daha iyi anlaşılmaktadır. Kur’ân’ı geceleyin anlayarak ve hissederek okuyanın, yani gecesini vahiy ile inşa ve ihya eden kişinin gündüz yaşayacağı meşguliyetler tesbihe dönüşecektir. Çünkü bu insanlar, geceleyin vahiyden aldıkları bilinçle dolu olacakları için, gündüzleyin Allah’ın gazabını gerektirecek davranışlardan uzak duracaklardır. Böylece geride Allah rızasına dayalı bir hayat kalacaktır.
Hz. Peygamber’in risaletle görevlendirildiği dönemde insanların sahip olduğu derin bozukluklar, cehalet karanlıkları ve insanlık dışı kabuller ve uygulamalar birer “gece”, yani karanlık mesabesindeydi. İşte Yüce Allah o karanlıkların yakın bir gelecekte yerini aydınlığa terk edeceğini Hz. Peygamber’e müjdelemektedir. Karanlıklar er veya geç yerini aydınlığa bırakacaktır. Bu arada kıyâmet sabahına kadar gelecek duyarlı insanlar da motive edilmekte ve morallerini kesinlikle bozmamaları gerektiği kendilerine hatırlatılmaktadır. Hem Mekke toplumunun inkârcı ileri gelenlerine hem de kıyâmete kadar gelecek inkârcılara açıkça gözdağı verilmektedir.
c) Yüce Allah’ı Zikr Etmenin ve O’na Yönelmenin Önemi
Vahyin gece gönderilmeye başlanmasıyla uyumlu olarak, geceyi vahiy ile değerlendirmenin önemi, vahyin içerik olarak ağırlığı ve değeri, gecenin insanı bilgili ve donanımlı hale getirmedeki etkinliği ele alındıktan sonra, Yüce Allah şimdi de bir başka duyarlılığa dikkat çekmektedir.
ı. Allah’ın İsminin Anılması, Şanının Yüceltilmesi Demektir
وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ “Rabbinin adını an.” Âyetteki اذْكُرِ üzkür emri “anmak, zikretmek, hatırlamak”, اسْمَ رَبِّكَ isme rabbik tamlaması ise “rabbinin adı, yüceliği” demektir.
  1. a) وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ “Rabbinin adını an.” Yüce Allah’ın isminin zikredilmesi adının ve dolayısıyla yüceliğinin anılması veya tesbih edilmesi demektir. Bu emirdeki üç kelimeyi ayrı ayrı olarak kısaca açıklamak istiyoruz.
  2. Âyetteki اذْكُرِ üzkur emri, “anmak, hatırlamak” anlamıyla Yüce Allah’ın insan fıtratına yerleştirdiği “O’nu tek ilâh olarak tanıma” programına uygun hareket etmektir. Buradaki اذْكُرِ üzkur emri, tıpkı A‘lâ 87/1’de olduğu gibi, başka yerlerde sebbıh şeklinde de gelmektedir. Bu kullanımlar birbirlerinin yerini alabilmekte ve “zikir” ile “tesbih” birbirlerini tamamlayan kavramlar olarak görülmektedir.
Hatırlatmak için bir şeyin önceden bildirilmesi veya öğretilmiş olması gerekir. “İlâhî gerçekleri hatırlatma” anlamıyla vahyin en yaygın isimlerinden biri de zikr/zikrâ/tezkira’dır. Kur’ân’ın hatırlatıcılığı, içerdiği ilkeleri insan fıtratının yadırgamaması demektir. İnsan iradesinin müdahale etmediği, beşer kanaatlerinin işe karıştırılmadığı arı duru bir dinî sunum, amacına hizmet eden bir faaliyettir. Ancak yapılan bazı olumsuz müdahaleler Yüce Allah’ın iki kitabının birbirini kabul etmemesine neden olmaktadır. Vahiy denilen ilâhî kitap ile insan kitabı, eğer doğru bir iletişim kurulursa birbirlerini asla yadırgamayacak, birbirlerini asla yalanlamayacaktır. Hatırlatmayı doğru yapmak, hatırlatılan şeyin doğru olmasıyla ve üslubun güzelliğiyle amacına ulaşır.
  1. Yüce Allah’ın isminin hatırlatılması emrinde Allâh kelimesi değil, O’nun ismi yer almaktadır. اسْمَ ism kelimesi “ad, isim” anlamında kullanıldığı gibi, sümüvv kökünden geldiği kabul edilerek “yücelik” anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla Allah’ın isminin anılması demek, O’nun yüceliğinin anılması ve büyüklüğünün farkına varılıp kulların acizliklerini itiraf etmeleri demektir.
  2. Âyetteki رَبِّكَ rabbike “senin Rabbin” tamlaması da dikkat çekmektedir. Vahyin ilk dönemlerinde gelen sûrelerde büyük çoğunlukla Allâh kelimesi değil de rabb sıfatı tercih edilmektedir. Elbette bunun bir sebebi olmalıdır. Kanaatimizce bunun muhtemel sebebi, Hz. Peygamber’in sahipsiz olmadığının kendisine bildirilmesidir. “Sahip, koruyup kollayan, yetiştiren, terbiye eden” gibi anlamlara gelen rabb sıfatı, bir taraftan müminleri motive ederken, diğer taraftan da inkârcı muhataplara gözdağı vermektedir. Bu önemli incelik vahyin indirildiği dönemle sınırlı değildir; bütün zamanların müminlerini ve inkârcılarını ilgilendirmektedir.
  3. b) Yüce Allah’ın anılması bazı âlimlerimiz tarafından özel olarak “namaz”la ilişkilendirilmektedir.[35] Oysa bu âyetin indirildiği dönemde, yani vahyin ilk günlerinde bugün bilinen ve uygulanan haliyle namaz emrinin henüz gelmediği bilinen bir gerçektir. Buradaki emirden maksat, önceki âyetlerle uyumlu olacak şekilde, gece ve gündüz Allah’ın yüceliğini hatırlamaya devam etmektir. Gece kalkınca öncelikle Kur’ân’ı tertîl üzere okumak bu emrin gereğini yerine getirmek demektir. Gece vakitlerinde Kur’ân üzerinde yoğunlaşanlar aynı zamanda Yüce Allah’ı zikretmektedirler. Gündüz meşguliyetleri de bu sayede anlam kazanmakta ve Allah’ı zikretmek hayatın tamamını kuşatacak bir boyuta ulaşmış olmaktır. Çünkü vahyi düşünerek ve hissederek okumaya çalışmak, onu indiren ilâhî kudretin yüceliğini anlamaktır.
  4. c) Allah’ı zikretmek, tesbih yani sübhânellâhtehlîl yani lâ ilâhe illellâh”, tekbîr yani Allâhü ekbertemcîd yani “Allah’ı yüceltmek” ve tevhîd yani “Allah’ın bir olduğunu ilan etmek” anlamlarını içerir. Ayrıca namaz kılmak, Kur’ân tilâveti, ilim tahsili ve benzer şekillerde Hz. Peygamber’in gece ve gündüz devam ettiği ve onun hayatını kuşatan bütün eylemleri de kapsar.[36]
  5. d) Âyette, “sabah-akşam, gündüz-gece” gibi, Allah’ı zikretmenin herhangi özel bir zamanından söz edilmemektedir. Bu durumda maksadın, mümkün olan bütün zamanlarda zikre devam etmek olduğu açıktır. Esasında “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin”[37] âyeti dikkate alındığında, Yüce Allah’ı çokça zikretmenin ayrı bir emir olduğu ortaya çıkacaktır. Devamlılık, görevi veya işlemi mümkün olan her fırsatta yerine getirmeyi ifade eder. Allah’tan bağımsız bir alan olmadığı bilincini kazananlar, hayatın her alanında O’nun varlığını ve şahitliğini unutmayarak yaşamanın erdemini bilirler. Bunu insanlar içerisinde en iyi ve en başarılı şekilde uygulayan ilk ve tek kişi, son ilâhî vahyin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber Efendimizdir.
  6. e) Zikr “hatırlamak” ile birlikte “gündemde tutmak” anlamını da beraberinde taşımaktadır. Gündemini Allah’ın belirlediğini bilmek ve Allah’ı gündeminin asıl unsuru olarak kabul edip bu dikkat ve hassasiyetle yaşamak, yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyette emredilen hususlar arasında yer almaktadır. Duyarlılık sahibi insanlar, hem namazlarında ve diğer ibadetlerinde, hem de hayatın her alanında yerine getirdikleri görevlerinde bir anlamda zikir yapmaya devam etmektedirler. Buna göre, dua ve istiğfarlarında, davet ve fedakârlıklarında, emirlere sarılmalarında ve yasaklardan kaçınmalarında, hâsıl-ı kelâm insanın bulunduğu her alanda gösterdikleri dikkatli tutumları sebebiyle ödüllendirileceklerdir. Bu nedenle, Yüce Allah Müzzemmil sûresinin bu âyetinde, önce Hz. Peygamber’e, ardından bütün müminlere “Rablerini hatırda tutmaları gerektiğini” emretmektedir. Kur’ân ile geçirilen her an zikir olduğu için, âyetin önceki âyetlerle mesaj uyumu son derece açıktır.
Hayatın gündüz yaşanan meşguliyetlerinde zikre devam etmek, Yüce Allah’ın yarattığı her şeyi, kâinata sahip kıldığı erişilmez gücünü temaşa etmek ve O’nun huzurunda saygı ile eğilmek demektir. Yaratılana bakıp Yaratan’ı düşünmek zikirdir. O muhteşem yüceliğin sahibi olan Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek işte bu şekilde gerçekleştirilen zikirle mümkün ve anlamlı olur.
İnsân sûresinin 25-26. âyetlerinde de ifade edileceği üzere, hayat sadece gündüzden ve gündüzleri yapılanlardan ibaret değildir. Geceleyin de yapılması gereken fedakârlıklar vardır. Bu nedenle, gündüz yapılması istenen zikrin peşinden, geceleyin de secde ve tesbih emri gündeme getirilmektedir. İşte Müzzemmil sûresinin bu âyetiyle İnsân sûresinin söz konusu âyetleri mesaj olarak birbirini tamamlamaktadır.
ıı. Tebtîl Sağlam Bir Yöneliş Sergilemektir
وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْت۪يلًاۜ “Bütün varlığınla O’na yönel.” Âyetteki تَبْت۪يلًاۜ/تَبَتَّلْ tebettel/tebtîl kelimeleri “yürekten adamak, yürekten yönelmek” demektir.
Allah’ı zikretmenin yanında ikinci bir emir ise, dua ve ibadetlerde Yüce Allah’a karşı ihlâslı ve samimi olmaktır. Tebettül, başkasından ilgiyi keserek sadece birine yönelmek şeklinde açıklanmaktadır. Ayrıca bu kelime, özellikle Hz. Meryem’le ilişkilendirilerek, onun ibadette sadece Allah’a yönelmesini, bir anlamda başkalarından ilgiyi kesmesini, dahası iffetli oluşunu ifade etmektedir. Dünyadan ve onun meşgalelerinden ayrılan kullar için de bu kelime söz konusu edilmektedir.[38]Betûl kelimesi, erkeklerden uzak duran, onlara ilgi duymayan iffetli kadınlar için kullanılmaktadır.[39]
Bütün bu kullanımlardan anlaşılan şudur: Tebettül, bir insanın dünya ile ilişkisini gerektiği sınırda tutması ve bütün varlığı ve samimiyetiyle Allah rızasına yönelmesi demektir. İşte bu âyette Yüce Allah Hz. Peygamber’e hitaben, onun öncelikle Rabbini hatırında tutmasını ve bütün kemaliyle sadece O’na yönelmesini istemektedir.
Âyetin sonundaki تَبْت۪يلًاۜ tebtîl kelimesi de zaten bu yönelişin olması gerektiği gibi yapılmasını ifade etmeyi amaçlamaktadır. Aslında kural gereği bu kelime tebettül şeklinde fiilin cinsinden ve onunla aynı kalıpta getirilmeliydi. Tebettül denilen “başka varlıklardan kesilip uzaklaşma”nın meydana gelmesi için kişinin kendisini ilgili şeylerden uzak tutması gerekir. İşte tebtîl“uzak tutmak, ilgisini kesmek” demektir. Tebettül ileri düzeyde bir fedakârlıktır ve tebtîlin sonucudur. Kişi kendisini başka şeylerden uzak tutarsa tebettüle ulaşır. Bu nedenle âyetin sonundaki kelime tebtîl kalıbında getirilmiştir.[40]
Bunun diğer bir nedeni de şöyle açıklanmaktadır: Bazı âlimlerin beyan ettiği gibi tebtîl şeklindeki kalıbın verdiği anlam ile tebettül kalıbının anlamı aynıdır; sûrenin bundan önceki âyet sonlarındaki ifade uyumu için (îlâ) bu kalıp tercih edilmiştir.[41]
Müzzemmil sûresinin ilk grup âyetinde vahyin dikkatli ve yavaşça okunmasının zamanı “gece vakti” olarak belirlenmektedir. Buna rağmen, risaletin ilk dönemlerinde gündüzleri âyetler üzerinde hiç düşünülmediği gibi bir kanaat kesinlikle doğru değildir. Vahiy ile iletişim noktasında ideal olan vakit gece olsa da, diğer zamanlarda da ilâhî mesaj üzerinde zihin yormak, düşünce üretmek ve kulluk bilincini artırmaya çalışmak elbette gereklidir. İlk dönemlerde vahyin üzerinde gece çalışılmasının emredilme gerekçesi, geceleyin yapılan bilgilendirilmenin daha etkili ve kalıcı olması ile, insanların gündüzleri fazlaca meşguliyetlerinin bulunması olarak belirlenmiştir.
Gece öğrenilen hakikatler gündüz muhataplara iletilecek, böylece toplumda karşılıklı ve verimli bir bilgilenme yaşanacaktır. Ayrıca eğer geceleyin doğru bir donanım sağlanmışsa o gecenin sabahında kişiler ilâhî gazabı gerektirecek yanlışlıklar yapmamayı da öğrenecektir. Böylece, gündüz yaşanan meşguliyetler âdeta bir tesbih bilinciyle şekillendirilmiş olacaktır. Bu arada Yüce Allah’ı zikrederek O’nu hayatın merkezine alanlar, daha ileri düzeyde bir başarı elde etmek için bütün varlıklarıyla O’na yönelmeyi de başaracaklardır. Başta Hz. Peygamber olmak üzere, hem risaletin ilk yıllarındaki Müslümanlar, hem de kıyâmete kadar gelecek müminler bu yolu kendilerine rehber edinecek ve kulluk bilinciyle, hayatı örnek alınacak bir şekilde yaşamaya çalışacaklardır.
d) Doğu ve Batının Rabbinin Vekîl Edinilmesi
Yüce Allah sûrenin 9. âyetinde çok önemli bir başka noktayı gündeme getirmekte, bir taraftan Kendisinin erişilmez gücüne ve kudretine değinmekte, diğer taraftan da O’nu vekîl edinmenin gerekliliğini hatırlatmaktadır.
ı. Tek İlâh Olan Yüce Allah Doğunun ve Batının Rabbidir
رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ لَآ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ “(Allah) doğunun da batının da Rabbidir; Kendisinden başka hiçbir ilâh da yoktur.” Âyetteki الْمَشْرِقِ el-meşrık kelimesi “doğu”, الْمَغْرِبِ el-mağrib sözcüğü ise “batı” demektir.
  1. a) رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ “(Allah) doğunun da batının da Rabbidir.” Yüce Allah, Kur’ân’da başka âyetlerde de “doğu ve batı” kavramlarını çeşitli bağlamlarda kullanmaktadır. Söz konusu âyetleri iki başlıkta ele alabiliriz:
  2. İlk örnek kullanımlar “namaz” veya “yapılacak iyilik ve fedakârlıklar”la ilgilidir:
ı. “Doğu da batı da Allah’ındır, nereye yönelirseniz Allah’ın rızası oradadır.”[42]
ıı. “De ki: Doğu da batı da Allah’ındır, dileyeni doğru yola ulaştırır.”[43]
ııı. “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz yeterli iyilik değildir, asıl iyilik Allah’a, âhirete, meleklere, kitâba ve peygamberlere gönülden inanmanızdır…”[44]
Bu örneklerde insanların ibadetlerindeki kalbî yönelişler öne çıkartılmakta, yapacakları fedakârlıklarda asıl önemli olan hususun Allah rızası olduğu beyan edilmektedir.
  1. Diğer kullanımlarda ise Yüce Allah’ın kudreti ve her şeyin sahibi olduğu muhtevası söz konusudur:
ı. “İbrahim (putperest muhatabına) dedi ki: Allah güneşi doğudan getirir; hadi sen de batıdan getir bakalım…”[45]
ıı. “(Mûsâ, Firavun’a) dedi ki: Allah doğunun, batının ve ikisi arasındaki bütün varlıkların Rabbidir…”[46]
ııı. “Allah iki doğunun ve iki batının Rabbidir.”[47]
ıv. “Allah göklerin, yerin, ikisi arasındaki varlıkların ve bütün doğuların Rabbidir.”[48]
  1. “Doğuların ve batıların Rabbine yemin olsun ki, Biz her şeye kaadiriz.”[49]
Bu âyetlerde ele alınan konu, Yüce Allah’ın bütün varlıkların Rabbi olduğu, O’nun sahipliğinin dışında başka hiçbir varlığın böyle bir iddiasının olamayacağıyla ilgilidir. Yüce Allah, A‘râf 7/128’de bütün yeryüzünün Kendisine ait olduğunu ve dilediğini oraya vâris kılacağını beyan ederek, başka sahiplik iddialarının geçersizliğini ortaya koymaktadır.
Âyetlerin indirildiği dönem itibariyle doğunun İran’a, batının ise Roma’ya ait olduğu vehmi Kur’ân tarafından düzeltilmekte ve yaratılmış her mekânın gerçek sahibinin Yüce Allah olduğu ilan edilmektedir.[50] Böylece ilk muhataplar başta olmak üzere, bütün müminlere moral, karşıtlarına da gözdağı verilmesi amaçlanmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette “doğu ve batı”, diğer bazı âyetlerde “iki doğu, iki batı”, bazılarında ise “bütün doğular ve batılar” ifadeleri yer almaktadır. Bazı âlimlerimiz “doğu ve batı” kavramlarını güneşin ve ayın doğması ve batması ile ilişkilendirmekte, çoğul kullanımların sebebinin ise bu doğuş ve batışların her gün yer değiştirmesi olduğunu belirtmektedirler. Bu yaklaşım doğru olsa da asıl maksat, bütün mahlûkların Yüce Allah’a aidiyetini ortaya koymaktır. Âyetlerdeki kalıp değişiklikleri bu konudaki mesajın bu şekilde anlaşılması gerektiğini ortaya koymaktadır.
  1. b) لَآ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ “Kendisinden başka hiçbir ilâh da yoktur.” Bu ifade ile Yüce Allah, doğu ve batının Rabbi oluşunun gerekçesini, Kendisinden başka ilâh olmaması ile de güçlendirmektedir. O’ndan başka üstün güç olmadığına göre, bütün varlıkların Rabbi sadece O’dur. Bu nedenle sadece O sevilmeli, O’na gönül verilmeli, O’nun emir ve yasaklarına riayet edilmeli, O’na kul olunmalı, O’nun rızası gözetilmeli, izzet, itibar, şeref ve onur sadece O’nun katında aranmalıdır.
Âyetlerin indirildiği Mekke döneminde ekonomik güce, doğru değerlerden oluşmayan temelsiz bir otoriteye ve benzersiz bir baskıya boyun eğiş söz konusu idi. Bu nedenle insanlar büyük çoğunlukla şahsiyetsizleştirilmiş ve bunun sonucunda da köleleştirilmişlerdi. Köle ruhlu insanlar çoğalmıştı. Toplumda nelerin değerli ve saygın olması gerektiği ve nelere itibar edilmesinin doğru olduğu noktasında derin sorunlar yaşanıyordu. Kur’ân, işte tam da böyle sahte bir itibar gösterisinin hâkim olduğu ortamda, saygının kaynağını ve adresini Yüce Allah olarak belirlemekte ve başta Hz. Peygamber olmak üzere, kıyâmete kadar gelecek bütün müminler bu noktada inşa edilmeye çalışılmaktadır.
Bir anne nasıl ki anneliğini başkalarıyla paylaşmıyorsa, Yüce Allah da ilâhlığını başka varlıklarla kesinlikle paylaşmamaktadır. Bu noktada aracılık kabul eden bütün anlayışlar kesin bir dille reddedilip, böyle inananlar müşriklikle tanımlanmaktadırlar. Çoğunluğunu putperest insanların oluşturduğu Mekke’de müşrikler yaratıcı Allah inancına sahip olsalar da edindikleri aracı putlar Yüce Allah’ın yerini almakta, kulluk ve fedakârlık adına yapılan şeyler putlara yönlendirilmekteydi.
İçlerinde “heva ve arzularını ilâhına dönüştüren” veya “ilâhını hevasına dönüştüren” kişilerin bulunduğu Mekke’de tek ilâh vurgusunun her fırsatta yapılması bir zorunluluktu. Bu itibarla, Yüce Allah, yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyette “doğu ve batının Rabbi” olduğunu ifade ettikten sonra, Kendisinden başka hiçbir ilâhın bulunmadığı mesajını muhataplara vermektedir. Böylece bütün yaratılmışların Rabbi olmak için tek ilâh olmanın şart olduğu, ortaklıkların bu meseleye uygun olmadığı özellikle beyan edilmektedir.
ıı. Vekîl Sadece Yüce Allah’tır
فَاتَّخِذْهُ وَك۪يلًا “(Bu nedenle, sadece) O’nu vekîl tut.” Âyetteki اتَّخِذْ ittehız emri “edinmek, tutmak”, وَك۪يلًا vekîlâ kelimesi ise “vekil, kefil” demektir.
Bu âyette verilmek istenen mesajı “(Bu nedenle), O’nun himayesine sığın, sadece O’nu vekîl tut; sadece O’na güven” şeklinde anlamak durumundayız. Râzî’nin de isabetle değindiği gibi, madem ki Yüce Allah doğunun ve batının Rabbidir ve kendisinden başka hiçbir ilâh da yoktur; o halde O’nu vekil ve dayanak edinip, bütün işleri O’nun emirlerine ugun hale getirmek, amelleri ve kulluk faaliyetlerini O’nun rızasına endekslemek gerekmektedir.
İmam Ferrâ, buradaki emrin Yüce Allah’ın vaad ettiği şeyleri yerine getirmede “kefil tutulması” anlamına geldiğini beyan etmektedir.[51] Bu yorum da isabetlidir; çünkü vahyin ilk dönemlerinde Hz. Peygamber’in ve müminlerin şiddetle muhtaç oldukları şey, kendilerini büyük bir güce yaslamaları ihtiyacı idi. İşte âyette bu ihtiyaç karşılanmakta, verdiği sözleri tutmada dayanak olarak Yüce Allah’ın yeterli olacağı muhataplara hatırlatılmaktadır.
Vekîl kelimesi, gündelik kullanımda “başkasına ait bir işin çözüm için emanet edildiği kişi, makam” demektir. Bu kavram “görevini yapabilmek için bir başkasına dayanmak” anlamına da gelmektedir. Vekîl kelimesi, Yüce Allah için kullanıldığında bazen “koruyucu”,[52] bazen “destekçi, savunucu”,[53] bazen de “her şeyi gözetiminde tutan”[54] anlamını vermektedir. Yüce Allah kendisinden başka hiçbir varlığın “vekil” edinilmemesi gerektiğini,[55] “vekil” olarak Kendisinin yeterli olacağını[56] beyan etmektedir.
En‘âm 6/66’daki vekîl kelimesi “korumalık yapmak ve sorumluluğunu üstlenmek” anlamlarında kullanılmaktadır. Orada Hz. Peygamber’den, kendisini yalanlayanlara karşı “vekil olmadığını” söylemesi istenmektedir. Din adına vekâlet kavramı sadece Yüce Allah’a nispet edilmektedir; insanlar din adına birbirinin vekili olamayacakları gibi, birbirlerine vekâlet de veremezler. Çünkü Yüce Allah, Hz. Peygamber’in bile insanlara vekil olmadığını,[57] yani onları koruyup sahiplenemeyeceğini, onların üzerinde otorite sahibi olmadığını ve güven kaynağının sadece Kendisi olduğunu[58] ifade etmektedir.
Hz. Peygamber’in risaletle görevlendirildiği ilk dönemde gelen bu âyet, onun Yüce Allah’ı vekil ve kefil tutmasını, sadece O’na güvenmesi gerektiğini öngörmektedir. Çünkü peygamberlik kurumu böyle bir tarihî gerçekliğe sahiptir. Hz. Mûsâ’ya yönelik bir hitapta da bunun böyle olduğu açıkça görülmektedir.[59]
Başta Hz. Peygamber olmak üzere, bütün zamanların müminleri sadece Allah’a güvenmeli, O’nu otorite kabul etmeli, O’nun desteğini istemeli, O’nu koruyuculuğuna sığınmalı ve O’nun rızasını arzu etmelidir. Kendisinden başka ilâh olmayan varlık vekil edinilmeye lâyıktır. Bunun dışında, kulluk görevlerinde başkasını vekil tutmak, başkalarına vekâlet vermek, başka destekçi ve otorite aramak, bu âyetin verdiği mesaj gereği doğru bir davranış değildir.

10-14. ÂYETLER:
وَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَاهْجُرْهُمْ هَجْرًا جَم۪يلًا ﴿10﴾
وَذَرْن۪ي وَالْمُكَذِّب۪ينَ اُو۬لِي النَّعْمَةِ وَمَهِّلْهُمْ قَل۪يلًا ﴿11﴾
اِنَّ لَدَيْنَآ اَنْكَالًا وَجَح۪يمًاۙ ﴿12﴾ وَطَعَامًا ذَا غُصَّةٍ وَعَذَابًا اَل۪يمًا ﴿13﴾
يَوْمَ تَرْجُفُ الْاَرْضُ وَالْجِبَالُ وَكَانَتِ الْجِبَالُ كَث۪يبًا مَه۪يلًا ﴿14﴾
10. O (müşriklerin) söylediklerine karşı (inancında) sabırlı (yani kararlı) ol ve onlardan güzellikle uzaklaş. 11. Nimet sahibi (kılınmış) o yalancıları Bana bırak; sen de onlara biraz mühlet ver. 12-13. Hiç şüphesiz (onlar için hazırlanmış) prangalar, yakıcı ateş, boğazdan geçmeyen yiyecek ve elem verici bir de azap sadece bizim katımızda vardır. 14. O gün (yani Kıyâmet Günü) yeryüzü ve dağlar sars(ıl)acak; dağlar da erimiş bir kum yığınına dönecektir.”
Sûrenin ilk âyetlerinde Hz. Peygamber’in risalet için inşasının temel ilkeleri hakkında genel bilgi verildikten sonra, Yüce Allah’ın doğu ve batının, yani bütün yaratılmışların rabbi olduğu, Kendisinden başka hiçbir ilâhın bulunamayacağı, bu nedenle sadece O’nu vekil edinmenin gereği üzerinde durulmuştur. Bunun nedeni, Hz. Peygamber’in Yüce Allah ile olan ilişkisini düzenlemek ve O’na karşı görevlerini kendisine öğretmektir. Şimdi ise, ikinci görev ve sorumluluğu bağlamında, inkârcı insanlarla ilişkisi ve iletişimi üzerinde çeşitli bilgilendirmeler yapılmaktadır.
a) İnkârcılara Nasıl Davranmalı?
Yüce Allah’a karşı kulluk görevi yapılırken bu arada yaşanabilecek incitici müdahalelere hazırlıklı olması, onlara karşı kararlı bir duruş sergilemesi ve dirençli olması Hz. Peygamber’den, dolayısıyla bütün mümin muhataplardan istenmektedir.
ı. Kötülüğe Karşı Sabır ve Hakta Israrcılık Esastır
وَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ “O (müşriklerin) söylediklerine karşı (inancında) sabırlı (yani kararlı) ol.” Âyetteki اصْبِرْ ısbir emri “sabretmek, kararlı ve ısrarcı olmak”, يَقُولُونَ yekuulûne fiili ise “söylemek” demektir.
Yüce Allah Hz. Peygamber’i peygamberlik görevinin henüz ilk döneminde inşa etmek için, ona vahiyle ilişkisi noktasında görevler vermiş, geceleyin kalkmasının gerekçesini vahyin içeriğine ve sorumluluğunun ağırlığına bağlamıştır. Yüce Allah’ı zikretmenin ve bütün varlığıyla O’na yönelmenin önemi bildirilmiş, bu arada Yüce Allah’ın mahlükatın Rabbi olduğu ve sadece O’nu vekil edinmesinin gereği üzerinde durulmuştur.
Bütün bunlar, Mekke gibi şirk, küfür ve hukuksuzluğun büyük boyutlara ulaştığı bir yerde çeşitli tepkilere neden olacaktı. İşte Yüce Allah, bu âyette Hz. Peygamber’e bunun haberini vermekte ve ondan sabırlı davranmasını istemektedir.
Sabır Ne Demektir?
  1. a) Âyetteki emir “sabır”dır. Sabr, “hak ve hakikat üzere direniştir, inançları savunmaktır.” “İnsanın nefsini dizginlemesi” anlamında sabr “yılgınlık, korkaklık, çöküntü ve dert yanmanın zıddı”dır. İzzet ve şeref veren şey sabırdır; zillet ve mezellete düşüren şey sabır değil, acziyettir.
  2. Sabera fiili bu âyette de olduğu gibi ‘alâ edatıyla “…karşı göğüs germek”; ‘an edatıyla “…rağmen hakta direnmek”; liedatıyla “…için sabretmek, direnmek” demektir. Edatsız veya  edatıyla olan kullanımında ise bu anlamların hepsi vardır.[60]
  3. Sabr/ısbirû kelimesinin “direnmek” anlamı şu âyette çok belirgindir: “Ey iman edenler! Zorluklara karşı direnin; direnirken birbirinizle dayanışma içerisinde olun; mevzilerinizi koruyun ve Allah’a karşı duyarlı olun ki kurtuluşa erebilesiniz.”[61]
  4. Sabr kelimesinin “dik durmak” anlamını ise şu âyetlerde görmekteyiz: “(Ey müminler!) direnerek (gereğini yerine getirerek ve (sonunda) dua ederek (dik durarak) yardım isteyin.”[62]
  5. Sabr kelimesinin “savunmak” anlamı da son derece önem arz etmektedir. Bu anlamın öne çıktığı bir âyeti hatırlatmakla yetineceğiz: Sâd 38/4-6’da Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber’in tebliğine karşılık şunları söylemişlerdi: “Bu (Muhammed) (as), yalancı bir büyücüdür. Bütün ilâhları tek ilâh haline mi getiriyor? (Bütün ilâhları kaldırıp tek ilâh inancı mı getiriyor?) Bu, cidden tuhaf bir şeydir. İçlerinden bir grup ileri atılarak dediler ki: Yürüyün, harekete geçin! İlâhlarınıza sahip çıkın. Sizden istenen budur.” İşte burada sözü edilen vasbirû ‘alâ âlihetiküm ifadesindeki sabır, “savunmak, sahiplenmek, inançtan ve iddiadan ayrılmamak” demektir.
  6. Bu kelimenin ıstabera kalıbı ise “kararlı olmak” demektir. Bu kullanım örneğinde konu aile fertlerine veya taraftarlarına namazın emredilmesiyle ilgilidir. Bu istekte kararlı ve ısrarcı olunmasını ifade için ıstabır kelimesi kullanılmaktadır.[63]
  7. ‘Asr sûresinde, ziyana uğramamanın dördüncü şartı “karşılıklı olarak sabrın tavsiye edilmesi”dir. Sabır, bazıları tarafından insanın her sıkıntıya boyun bükmesi olarak algılanmışsa da, bu yeterli bir yorum değildir. Çünkü bu kelime, kabullerdeki kararlılığı içerir. Baskı ve zulümlere karşı direnci esas alır. Sabrın zillet içerikli bir anlamı yoktur. Çünkü zillet, sahibini şahsiyetsizleştiren bir düşüklüktür.
  8. Sabrın anlamlarından biri de takva içerikli davranıştır. Yani sabır, sorumluluğunun bilincinde olup gereken duyarlılığı göstermektir. İşte konuyla ilgili âyet: “Mallarınız ve çocuklarınızla ilgili olarak mutlaka imtihan edileceksiniz. Bu arada bazı kitap ehli kişilerden ve kâfirlerden çeşitli eziyetler duyacaksınız. Bunlara karşı sabreder, sorumlu davranırsanız, bilin ki bu, azim ve kararlılık isteyen işlerdendir.”[64] İşte, mealini verdiğimiz bu âyette sabır ve takva yan yana gelmektedir. Bu şekilde sabrın takva ile ilişkisi ortaya konulmuş olmaktadır.
İşte bütün bu yönleriyle sabır, boyun büküp itiraz etmemek veya baskılara boyun eğmek değil, aksine inancında ısrarcı ve kararlı olmak anlamına gelmektedir.
  1. b) Lokmân 31/17. âyette de belirtildiği gibi, din adına fedakârlık yapanlar bilmelidirler ki, başlarına sabır gerektirecek bazı sıkıntılar gelebilir. Hatta Hz. Peygamber “Cennet zorluklarla çevrilmiş, cehennem de arzularla”[65] buyurarak, ödülle buluşmanın yolunun zorluklara karşı sabırlı, kararlı ve dirençli davranmaktan geçtiğini belirtmektedir.
Yüce Allah, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette sabır emri ile Hz. Peygamber’e Mekke’de karşılaşacağı çeşitli sözlü veya fiilî eziyetlere karşı dolaylı olarak hazırlıklı olmasını emretmektedir. Bu doğrultuda baskılara karşı dik durmasını, olumsuz istekleri elinin tersiyle itmesini, kendi doğru inancında istikametini bozmamasını, yani inancında ve tebliğ ettiği değerler noktasında ısrarcı olmasını kendisinden istemektedir. Hz. Peygamber’in bu şekilde samimi davranıp dik duruş ortaya koyması çok önemliydi; çünkü onun dik duramadığı bir ortamda, davet ettiği müminlerin halinin nasıl olacağı ortadadır. Herhangi bir yanlışlık ve sıkıntı yaşanmaması için Yüce Allah onu önceden bilgilendirmektedir.
Yüce Allah verdiği bu bilgi ile eğitime de ölümsüz bir ilke kazandırmaktadır. Bilgilendirmeksizin istekte bulunmak veya bilgi sunmadan sorumluluk istemek, hatta bilinç kazandırmadan azarlamak ya da cezalandırmak doğru bir eğitim metodu değildir. İnsanlara zamanında gerekli bilgi verilecek ki onlardan doğru davranış beklenebilsin. Zaten asıl önemli olan nokta, sorun çıktıktan sonra onu çözüme kavuşturmak değildir; doğru metot, sorun çıkmadan önce hazırlıklı ve tedbirli olmayı başarmaktır.
ıı. İnkârcılardan Güzelce Uzaklaşmak Gerekir
وَاهْجُرْهُمْ هَجْرًا جَم۪يلًا“Onlardan güzellikle uzaklaş.” Âyetteki اهْجُرْ uhcur emri “ayrılmak, uzaklaşmak”, جَم۪يلًا cemîlâ kelimesi ise “güzel, güzelce” demektir.
Yüce Allah, inkârcıların olumsuz tavırlar sergileyeceğini Hz. Peygamber’e haber vererek, onlarla nasıl bir ilişki içerisinde bulunması gerektiğini kendisine öğretmektedir. Bu bağlamda, incitici söz ve davranışlara karşı direnç göstermek ilk emirdir; inkârcı düşmanlardan güzelce uzaklaşmak da ikinci görev olarak belirlenmektedir.
Hicret Nedir?
Ühcur/hicret emri, kullanıldığı kelimelere ve bulunduğu bağlama göre farklı anlamlar verir.
  1. a) “Hicret”, Müddessir 74/5’te “ilişkisini tamamen kesmek, uzaklaşmak” anlamına gelmektedir. Çünkü oradaki emir “bütün çirkinliklerden özenle uzaklaşmak” gereğini içermektedir. İlgili âyette de ele alacağımız üzere çirkinliklerden uzaklaşmak demek, onlarla ilişkimize ara vermek ve bir süre sonra yeniden onlarla buluşmak değildir. Maddî veya manevî çirkinliklerden uzaklaşmak her zaman için emirdir ve yerine getirilmesi dinî bir zorunluluktur. Bu nedenle Müddessir 74/5’teki hicret emri, “kötülükleri ebediyyen terk etmek” anlamına gelmektedir.
  2. b) Bu kelime, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de olduğu gibi, جَم۪يلًا cemîlâ şeklinde olumlu bir sıfatla gelirse, bu defa anlam farklı bir boyut kazanır. Hz. Peygamber’in müşrik veya inkârcılardan uzaklaşması, onlarla bütün ilişkisini kesmesi anlamına gelmez. Çünkü dini tebliğde muhataplar onlardı ve kendileriyle iletişimi devam etmeliydi.
Kur’ân’da yer alan “inkârcılardan uzaklaş” emri, aslında onların “davranışlarından uzaklaşma”yı içermektedir. “Selâm size, yolunuz açık olsun, biz kendini bilmezlerle bir arada bulunmak istemeyiz”[66] ifadesi gereği, inkârcılarla iletişimde gözetilecek esas, onlarla alaya veya hakarete dönüşecek konuşmalar yapmamak ve bu şartlarda aynı ortamı paylaşmamaktır.
Benzer bir anlam, Furkaan 25/63’te söz konusudur: “Kendini bilmezlerle karşılaştıklarında ‘selâm’ der geçerler.” Buradaki mümin özelliği de aynı anlamı içermektedir. “Onlardan yüz çevir, onlara nasihate devam et, kendilerine açık ve etkili sözler söyle”[67] âyetinde öne çıkan mesaj da bu şekildedir.
Yüz çevirmek, ebediyen irtibatı kesmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Nitekim boşanmamak için ve bir ön tedbir olarak eşlerini yataklarında yalnız bırakmaktan söz eden Nisâ 4/34’te kullanılan fehcürûhünne ifadesi de bu anlama gelmektedir.
Bütün bu örnekler ışığında söylemek istediğimiz husus şudur: Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki “Onlardan güzelce ayrıl” emri, konuyla ilgili âyetleri doğru anlamada çok önemli bir yer tutmalıdır. Diğer âyetleri de bu âyet ışığında anlamak durumundayız.
  1. c) A‘râf 7/199’da olduğu gibi, eğer muhataplar şiddetli bir inkârın içerisindeyseler, bu takdirde onlardan yüzçevrilmesi istenir; ancak yine ilişkinin tamamen kesilmesi üzerinde durulmaz. Bugün yüz çevirenlerin yarın hakkı kabul etmeyeceklerinin garantisi hiç kimsede yoktur. Biz tebliğle yükümlüyüz; alay ve hakaretten uzak durmalı, durum neyi zorunlu kılıyorsa ona göre davranmalıyız. Şartlar mutlaka ayrılmayı gerektiriyorsa, geçici sürelerle ayrılmakla yetinmeliyiz. Çünkü onların yeniden kazanılması için tebliğe devam etmekle yükümlüyüz.
  2. d) Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette kastedilen mesaj eğer “kâfirlerden tamamen uzaklaşmak” olsaydı, o zaman burada ühcur değil de, ütruk “terk et” kelimesinin kullanılması gerekirdi. Nitekim Hz. Peygamber’in mahşerde kavminden şikâyet edeceği ve Furkaan 25/30’da yer alan “Kur’ân’dan hicret edenler, onu mehcûr bırakanlar” için de aynı durum söz konusudur. Kur’ân ile birlikte olması gerektiği halde onunla gerekli iletişimi kurmayıp, onu bir kenara itenlere yönelik olarak da mehcûr kelimesi kullanılmaktadır. Bu âyette şikâyete konu edilenler, sanıldığı gibi müşriklerden ibaret değildir. Maksat sadece müşrikler olsaydı “terk edilmiş” anlamındaki metrûk kelimesi kullanılırdı.
Furkaan 25/30’da mehcûr sözcüğünün özellikle seçilme nedeni, Kur’ânlı da Kur’ânsız da yapamayanların uyarılmasıdır. İbn Teymiye’nin isabetle belirttiği gibi, Kur’ân’ı hiç okumayanlar, okuyup anlamayanlar ve okuyup anlamasına rağmen onu yaşamayanlar Kur’ân’dan hicret etmiş sayılırlar.[68] Müşriklerin Kur’ân’dan uzaklaşmaları anlaşılabilir bir durumdur; çünkü onu kabul etmiyorlardı. Ancak müminlerin Kur’ân’dan hicreti tam bir felâkettir; yürek yangınıdır. Bu tutumdan vazgeçmeli, Kur’ân’dan değil, Kur’ân’a hicret etmeliyiz.
  1. e) Hicret kelimesi eğer hâcera kalıbında kullanılırsa, “güzellikle ve geri dönmek arzusuyla bir şeyden ayrılmak” demektir. Mekke’den Medine’ye hicrette aynı mantık söz konusuydu. Hicret, aslında geri dönmek için yola çıkmak ve geri dönüş özlemini hiç kaybetmeden, geçici olarak ayrılmak demektir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki “güzelce uzaklaşmak” emri, inkârcı muhataplardan ebedi olarak uzaklaşmak değildir. İnkârcıların inkârlarından ve ortaya koydukları çirkinliklerden uzaklaşmakla yetinmek gerekir. Kur’ân’da konuyla ilgili bütün âyetleri işte bu âyetin ışığında anlamak durumundayız. Biz insanlardan değil, onların kötülüklerinden uzak durmaya çalışmalıyız. Çünkü onlarla iletişimimiz, onları kaybetmek esasına değil, kendilerini kazanma özlemine dayalı olarak şekillenmelidir.
b) İnkârcılara İlâhî Kaynaklı Gözdağı
Yüce Allah, Hz. Peygamber’in inkârcılara karşı tavrının nasıl olması gerektiğini ifade ettikten sonra, hem onu hem de müminleri motive etmek için, inançsızlığını düşmanlığa dönüştürenleri ve “gerçeği yalanlayanlar”ı gündeme getirmektedir. Onlar hakkında hem Kendisinin ne yapacağını, hem de Hz. Peygamber’in ne yapması gerektiğini ifade ederek konuyu açıklamaktadır.
ı. Yalanlayanların Hesabı Yüce Allah’a Kalmıştır
وَذَرْن۪ي وَالْمُكَذِّب۪ينَ اُو۬لِي النَّعْمَةِ “Nimet sahibi (kılınmış) o yalancıları Bana bırak.” Âyetteki ذَرْن۪ي zernî emri “Bana bırak”, الْمُكَذِّب۪ينَ el-mükezzibîn kelimesi “yalanlayıcılar, yalancılar”, اُو۬لِي النَّعْمَةِ uli’n-na‘meh ifadesi ise “nimet sahipleri, nimetle buluşturulmuş olanlar, nimet içinde yüzenler” demektir.
Bu âyetlerin, Kureyş’in ileri gelenleri ve Mekke’nin inkârcı elebaşılarından olup Hz. Peygamber’le alay edenler hakkında indirildiği rivayet edilmektedir. Mukaatil’e göre bu buyruk, Bedir günü düşman askerlerine yemek yediren 12 kişi ile ilgilidir. Yahyâ b. Sellâm’a göre bunlar Muğîra’nın oğullarıdır.[69] Bu rivayetlerden ilki daha doğru gözükmektedir. Konuyu Bedir’le ilişkilendirmek, âyetlerin indiriliş zamanı açısından sorunlara neden olmaktadır. Kaldı ki, âyetlerde özellikle isim zikredilmemesinin sebebi, verilmek istenen mesajın evrensel olması içindir. Kur’ân’da konular veya olaylar anlatılırken şahıs isimlerinden ziyade, nitelikler ve yapılan eylemler üzerinde durulur. Böylece mesajın belli insanlarla sınırlı, yöresel ve tarihsel olmadığı anlaşıldığı gibi, vahyin güne, hayata ve herkese yönelik esaslar içerdiği de ortaya konulmuş olur.
  1. a) وَذَرْن۪ي وَالْمُكَذِّب۪ينَ “O yalancıları Bana bırak.” Yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyetin ilk cümlesi motivasyon içerikli bir mesaja sahiptir. Buna göre, bu sûreden sonra ele alacağımız Müddessir 74/11’de de olduğu gibi, Yüce Allah inkârcı ve güçlü kâfirler karşısında Hz. Peygamber’in moralsiz kalmasını engellemek için onu sahipleneceğini ifade etmektedir. Bu doğrultuda Yüce Allah hak ve hakikat düşmanlarını Kendisinin helak edeceğini, bir anlamda onların hakkından geleceğini beyan etmektedir. Kalem 68/44’te de benzer bir ifade yer almakta ve Yüce Allah Hz. Peygamber’e onları Kendisine bırakmasını emrederek, Kur’ân’ı yalanlayanları yavaş yavaş hiç bilemedikleri bir yerden azaba yaklaştırdığını haber vermektedir.[70] İnkâra şartlananların mahşerde derin ıstıraplar ve cehennem azabı yaşayacağı da bir sonraki âyette söz konusu edilmektedir.
  2. Bu âyete şu şekilde anlam vermek de mümkündür: “Nimet içinde olup hakkı yalanlayanlarla Beni baş başa bırak.” Burada verilmek istenen mesaj, hakkı yalanlayanların düşmanlıkta başarılı olamayacakları ve geçici üstünlüklerinin Hz. Peygamber’i mağlup etmeye yetmeyeceğidir. Yüce Allah, Hz. Peygamber’i, kendi işine bakması noktasında bilgilendirmekte ve vahiyden yararlanmak isteyenlerle meşgul olmasının daha doğru olacağını ona bildirmektedir. Zaten vahyin ilk dönemlerinde Müslümanların sayısı çok az olduğu için, karşıtlarıyla fiziksel olarak mücadele etmeleri mümkün değildi.
Bu nedenle Yüce Allah inkârcılık ve düşmanlık yapan muhatapları Hz. Peygamber’in gündeminden düşürmektedir. Onlarla uğraşarak daha işin başında düşmanlık filizlerinin yeşertilmesinin önünü tıkamayı amaçlamaktadır. Peygamberlik döneminin daha henüz başındayken, düşmanlık yapmak isteyenlerin eline koz vermek ve hoşgörüye dayalı bir öğretinin şiddet yanlısı gibi gösterilmesine fırsat vermek elbette doğru değildi.
  1. Yüce Allah, hem o dönemin, hem de her dönemin muhataplarına şu dersi vermektedir: Düşmanlığı azgınlığa, alaycılığa, hakarete ve nihayet saldırganlığa dönüştüren kâfirler bilmelidirler ki, karşılarında daima Yüce Allah’ın iradesini, erişilmez gücünü ve engellenemez kudretini bulacaklardır. Bu buluşma er veya geç, dünyada veya âhirette mutlaka gerçekleşecektir.
  2. Burada verilmek istenen muhtemel mesajlardan birisi de şudur: “Onları cezalandırma işini Bana bırak.” Yüce Allah onlara ceza vermede yetkin ve yeterlidir. Dahası, inançsızlık içerisinde bulunup bunu hayat tarzı haline getirenlere yönelik ceza verme işleminde söz sahibi varlık sadece Yüce Allah’tır. İnançsızlığın faturasını Yüce Allah keser ve kimin gerçekten inanıp inanmadığını veya bugün inanmayanların yarın inanıp inanmayacağını sadece O bilir.
Bu nedenle, inanç noktasında kişilere ceza verilmesinde insanlar değil, sadece Yüce Allah yetkilidir ve bu yetkisini başkalarına devretmediği gibi kimseyle de paylaşmamıştır. Bu konuyu Murselât 77/18’de geniş bir şekilde ele alacağımız için şimdilik bu kadar bilgi vermekle yetinmek istiyoruz.
  1. b) Âyetteki اُو۬لِي النَّعْمَةِ uli’n-na‘meh ifadesi ise “nimet sahipleri, kendilerine nimet verilmiş olanlar, nimetle buluşturulmuş olanlar, nimet içinde yüzenler” demektir. Râzî’nin de dediği gibi, uli’n-na‘meh “nimet içinde olmak”, uli’n-nı‘meh“nimetlendirmek, nimetlendiriciler”, uli’n-nu‘meh ise “sevinçli olanlar” demektir. Âyetteki kullanım, nimetlerin söz konusu inkârcı tiplere Yüce Allah tarafından verildiğini göstermektedir.
Müddessir 74/11-15’te de açıklayacağımız üzere Yüce Allah, bu kişilere çeşitli nimetler ikram etmiş, devamlı artan mallar ve göz önünde çocuklar vermiş, bir anlamda dünyevî hemen her güzellikle kendilerini buluşturmuştu. İşte bunca nimete rağmen, nimetleri veren Yüce Allah’a kulluk yapmayı değil de, inkârı tercih edenler elbette bu tercihlerinin sonucuna katlanacaklardır.
ıı. Kendilerine Biraz Zaman Tanınmalıdır
وَمَهِّلْهُمْ قَل۪يلًا “Sen de onlara biraz mühlet ver.” Âyetteki مَهِّلْ mehhil emri “zaman vermek”, قَل۪يلًا kalîlâ kelimesi ise “biraz, az” demektir.
  1. a) Yüce Allah, âyetin ikinci cümlesinde inkârcılara hemen ceza verilmemesi gerektiğini ve kendilerine zaman tanınmasının önemini gündeme getirmektedir. Kimin ne zaman, hangi vesileyle hidâyete yöneleceği belli olmaz; hele ki bunun zamanını kullar kesinlikle bilemez. Bu itibarla insanları hemen cezalandırmak yerine, onlara biraz zaman tanımak, düşünmelerini, konuları tartma ve analiz imkânlarını kendilerine sunmak, günümüz eğitim teknikleri arasında önemli bir yer tutmaktadır.
Benzer bir konu Taarık sûresinin son âyetinde de yer almaktadır. Yüce Allah orada Hz. Peygamber’e şöyle emretmektedir: “(Desteğimiz sana geleceği için) kısa bir süre kâfirlere mühlet ver.” Yüce Allah, Hz. Peygamber’den kâfirlere zaman tanımasını istemektedir. Bu zaman tanıma, “Onlar hakkında acele etme…”[71] şeklinde de dile getirilmektedir. Her iki istekteki amaç, müminlere moral desteği sağlanmasıdır. Zaman tanınmasındaki asıl gaye, Yüce Allah’ın gaybı bilmesi ve bilahare o dönemdeki inkârcıların içinden de Müslüman olacakların çıkacağını hissettirmesidir.
  1. b) Âyette sözü edilen “az zaman”dan kasıt “Bedir” de, “kıyâmet” de olabilir. Bedir anlamıyla kastedilen husus ortadadır. Kıyâmet yorumu ise Tûr 52/45’e göre doğrudur. Çünkü bu âyette Yüce Allah inkârcıların bırakılmasını dile getirirken, onların terk edilme süresini “kendilerini kaybedecekleri Kıyâmet Günü” olarak belirlemektedir. Kaldı ki insan için kıyâmet aslında kendi ölümüdür. Bir insan ölüme ne kadar yakınsa onun için kıyâmet de o kadar yakındır. Dolayısıyla yorumunu yapmakta olduğumuz âyette sözü edilen قَل۪يلًا kalîlâ “az zaman” ifadesi gerçek anlamıyla da benzer bir mesaj vermektedir.
Kıyâmet olayının yakınlığı Yüce Allah için zaten doğrudur; çünkü O’na göre zaman yoktur. İnsanlar için uzun zamanlar, O’nun için çok kısadır ve yakındır.[72] Yüce Allah Hıcr 15/3’te benzer içerikte yine Hz. Peygamber’e hitap ederek, onları kendi hallerine bırakmasını emretmektedir. Onların da yiyip içerek dünya nimetlerinden faydalanabileceklerini beyan ederek, ancak zamanı gelince gerçeği anlayacaklarını ifade etmektedir ki bu zaman “kıyâmet”tir.
Yüce Allah, Meryem 19/84’te de Hz. Peygamber’den acele etmemesini istemektedir. İçlerinden inananlar çıkması muhtemel olduğu gibi, inkârdaki ısrarlarıyla yaptıklarının teker teker kaydedildiği de özellikle hatırlatılmaktadır. Bu arada, inanmamakta kararlı olanlar için de A‘râf 7/182-183 ve Kalem 68/44-45’te çok daha esaslı bilgiler yer almaktadır. Buna göre, kendileri farkına varmasalar da kâfirlerin yavaş yavaş, adım adım azaba sürüklendikleri haber verilmektedir.
Âyeti bütünüyle özetleyecek olursak şunu söylemeliyiz: İnkârcılara karşı şiddet, alay, hakaret ve saldırı içerikli bir iletişim içerisinde bulunmamak gerekir. Zaten mutlak inkârcıları Yüce Allah kendisine saklamakta ve onlara hak ettikleri cezayı kendisinin vereceğini beyan etmektedir. O halde, geriye bizim tebliğ görevini doğru yapmamız kalmaktadır. Bizim duruşumuz insan kaybetmeye değil, onları kazanmaya dayalıdır.
Bu nedenle, bugün ve burada inanmayanlar, yarın başka bir yerde başka bir vesileyle inanabilirler. Onun için, muhataba zaman tanımak ilâhî eğitimin ölümsüz ve evrensel bir ilkesidir. İnsanlara zaman tanımak, onları sıkboğaz etmemek ve hemen sonuç almayı beklememek eğitimde hayâtî bir öneme sahiptir.
c) Azabın Dört Özelliği
Yüce Allah, inkârcılara nasıl davranılacağını, onları hak ettikleriyle cezalandırmanın Kendisine ait olduğunu ve bir süre daha bu insanlara zaman verilmesi gerektiğini belirttikten sonra, onları âhirette bekleyen azap hakkında dört özellik sıralamaktadır.
ı. Prangalar ve Yakıcı Alev
اِنَّ لَدَيْنَآ اَنْكَالًا وَجَح۪يمًاۙ “Hiç şüphesiz (onlar için hazırlanmış) prangalar ve yakıcı ateş sadece Bizim katımızda vardır.” Âyetteki لَدَيْنَآ ledeynâ ifadesi “katımızda”, اَنْكَالًا enkâl kelimesi “prangalar, bukağılar, kelepçeler, tomruklar”, جَح۪يمًاۙ cahîm sözcüğü ise “ateş, alev, cehennem” demektir.
  1. a) Bu âyet grubunda Yüce Allah inkârcılara mahşerde uygulayacağı azap hakkında bilgi vermektedir. Özellikle لَدَيْنَآ ledeynâ “katımızda” ifadesinin cümlede öne alınması, sözü edilecek azabın sadece Yüce Allah’ın kontrolünde olduğunu ve O’ndan başkasının azap etme yetkisinin bulunmadığını vurgulamaktadır. Bu anlam inceliği, önceki âyette yer alan “Sen o yalanlayıcıları Bana bırak” cümlesiyle de birebir örtüşmektedir.
  2. b) Âyette mahşerdeki azap hakkında ilk kullanılan kelime, nikl veya nekel’in çoğulu olan اَنْكَالًا enkâl sözcüğüdür. Bu çoğul kelime, mahşerdeki “prangalar, bukağılar, kelepçeler veya tomruklar”ın çok fazla sayıda olduğunu, onlardan kurtulmanın imkânsızlığını ortaya koymaktadır.
  3. c) Mahşerdeki azapla ilgili bu âyette kullanılan ikinci kelime, “ateş, alev, cehennem” anlamlarındaki جَح۪يمًاۙ cahîmsözcüğüdür. Kur’ân’da Cehennemin birtakım isimlerinden söz edilmektedir. Bunlar cehennem, cahîm “harlı ateş”, nâr“ateş”, sa‘îr “tutuşmuş, harlı alev”, lezâ “şiddetli, kavurucu ateş”, hutame “kırıp geçiren, yüreklere işleyen ateş” ve bir de “ateşle kızartmak, kavurmak” anlamına gelen sekar
Yüce Allah, risalet öğretilerine karşı çıkan ve Allah’ın âyetlerini yalanlamayı kendilerine âdeta görev edinip inkârdan beslenen, alaycılık, hakaret ve azgınlıkla Müslümanlara düşmanlık yapan azılı İslâm karşıtlarına âhirette bu cezayı vereceğini beyan etmektedir. Âyetteki اَنْكَالًا enkâl kelimesi, söz konusu azgınlık yapan kişilerin ateş azabına getirilirken kendilerine vurulacak demir kelepçeleri, جَح۪يمًاۙ cahîm sözcüğü ise onların atılacağı alevi ifade etmektedir.
Bu iki kelime, inkârcı saldırganların dünyadaki iki farklı özelliğini hatırlatmaktadır. Onlar dünyada bir taraftan dinî hakikatlere karşı kendi zihinlerine vurdukları prangaları mahşerde karşılarında göreceklerdir. Diğer taraftan da, inançlı insanlara karşı uyguladıkları maddî manevî yaptırımlarla ve onları imkânsızlıklar içerisine terk ettikleri boykot ve ambargolarla karşılaşacaklardır.
Müslümanlara çektirdikleri sıkıntılarla onların yüreklerinde tutuşturdukları ateşe mahşerde kendileri atılacaktır. Neler yaptılarsa karşılarında onu göreceklerdir. Yaptıkları kötülükler kendilerine azap olarak geri döndürülecektir. Bu itibarla, insanlar inançsızlığın aslında bir yürek yangını olduğunu bilmeli, gerçeğe karşı yaktıkları bu hasret ateşinde mahşerde kendilerinin yanacağını akıllarından çıkarmamalıdırlar. Cehennemdeki odununu taşıyacak olan Ebû Leheb’in eşi gibi inkârcılar da kendi ateşlerini kendilerinin yakmakta olduğunu bilmelidirler.
ıı. Yutulamayan Yiyecekler ve Elem Verici Azap
وَطَعَامًا ذَا غُصَّةٍ وَعَذَابًا اَل۪يمًا “Boğazdan geçmeyen yiyecek ile elem verici bir de azap vardır.” Âyetteki طَعَامًا ta‘âm kelimesi “yiyecek, gıda”, ذَا غُصَّةٍ zâ ğussa ifadesi “boğaza takılan, yutulamayan, düğümlenen”, عَذَابًا اَل۪يمًا ‘azâben elîmâ tamlaması ise “elem verici azap” demektir.
  1. a) Bu âyette sözü edilen ilk azap ifadesi, “boğazdan geçmeyen yiyecek”tir. Nebî (as)’ın bu âyeti okurken kendinden geçtiği kaynaklarda yer almaktadır.[73] İbn Abbâs bu kelimeyi “irin, diken ve zakkum” olarak tarif etmektedir.[74]
Yüce Allah, burada sözünü ettiği yiyeceğin nasıl olduğunu Ğâşiye 88/6-7’de şöyle açıklamaktadır. “Onlar için, beslemeyen ve açlığı gidermeyen kuru dikenden başka yiyecek de yoktur.” Cehennemin yemek menüsü olarak Kur’ân’da çeşitli bilgiler verilmekte, irin[75] ve zakkum ağacı[76] bu menünün vazgeçilmezleri arasında sayılmaktadır.
Ğâşiye 88/6’daki darî‘ kelimesi “kuru diken” anlamına gelmekte, bunun Mekke ve Yemen yolu arasında bulunan ve yendiğinde boğazdan geçmeyen bir diken olduğu belirtilmektedir.[77] Esasında söz konusu kelimenin anlamı Ğâşiye 88/7’de verilmekte, bunun bedene hiçbir yararının bulunmadığı, insanı beslemediği ve açlığı da gidermediği belirtilerek, maddesi her nereden olursa olsun, insana eziyetten başka bir katkısının olmadığı anlaşılmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Müzzemmil 73/13’te de boğazdan geçmeyecek özellikte olan her türlü maddenin kastedildiğini söylemek yanlış olmasa gerektir. ذَا غُصَّةٍ zâ ğussa ifadesi, zaten boğaza takılıp kalan diken gibi, boğaza giren, ancak aşağı geçmediği gibi geri de çıkarılamayan bir nesneyi ifade etmektedir. Elbette böyle bir yiyecek insana azaptan başka bir katkı sağlamaz; sahibini eziyette bırakır. İşte âyette sözü edilen azap türlerinin üçüncüsü de budur.
  1. b) Bu âyetlerde sayılan azap türlerinin sonuncusu ise “elem verici azap” şeklinde ifade edilmektedir. Bu tamlama, azabın geri kalan bütün türlerini içerecek şekilde kapsayıcı bir anlam alanına sahiptir. Kelimelerin nekra seçilmesi, maksadın belli bir türü değil de azabın bütün ayrıntılarını içermekte olduğunu ortaya koymayı amaçlamaktadır. Dahası, Râzî’nin de dediği gibi, bu ifade biçimi, elem verici azabın sözü edilenlerden daha şiddetli olduğunu da belirtmektedir.
Dünya hayatında helal-haram demeden beslenenler, âhirette güzel ve iyi bir şekilde beslenemeyeceklerini bilmeli, orada cennet nimetleriyle beslenmek için dünyada çalışmak gerektiğini hatırlarından çıkartmamalıdırlar. Beslenmek ebedî hayat için olursa, bunun bir anlamı olur; fânî, yani geçici bir hayatın beslenmesi de geçici olmaktan kurtulamaz. Kendilerine dünya nimetlerinden bolca verilmesine rağmen, nimet veren kudreti görmezlikten gelen, O’na isyan edip görevlendirdiği peygambere karşı olumsuz bir tavır içerisine girenlerin mahşerdeki gıdaları da işte âyette sözü edilen türden olacaktır.
Elbette sadece sıkıntı veren yiyecekler değil, elem verici her azap şekli, vahyi ve risaleti inkâr edenleri beklemektedir. O inkârcılar nasıl ki çevrelerindeki müminlere sıkıntı veriyor, onlara âdeta hayatı zindan etmeye çalışıyor idiyseler, mahşerde de kendileri benzer bir âkıbetle buluşturulacaklardır. Elem verenlere elem verilecektir. Gönül kıranların gönlü kırılacaktır.
Bu nedenle, günümüz insanı da bu gerçeği unutmadan, gönül kırmamaya ve ilâhî ilkeleri gözeterek müminlere eziyet etmemeye özen göstermelidir. Aksi takdirde, şunu bilmelidirler: Âyette sıralanan azap türleri onları da beklemektedir. Kur’ân’ın haber verdiği gerçekler onları da ilgilendirmektedir. İnkâr ettikleri azapla mutlaka buluşturulacaklardır.
d) Azabın Gerçekleşme Zamanı: Kıyâmet-Âhiret Süreci
Yüce Allah, önceki iki âyette dile getirdiği azap türlerinin nerede gerçekleşeceğini sûrenin 14. âyetinde açıklamaktadır. Bu âyette kıyâmetin şiddeti ve dehşetinin hangi boyutta olduğu hakkında çok çarpıcı bilgilendirmeler yer almaktadır.
ı. Yeryüzü ve Dağlar Sarsılacak
يَوْمَ تَرْجُفُ الْاَرْضُ وَالْجِبَالُ “O gün (yani Kıyâmet Günü) yeryüzü ve dağlar sars(ıl)acaktır.” Âyetteki يَوْمَ yevme kelimesi “gün, Kıyâmet Günü”, تَرْجُفُ tercufu fiili “sarsmak, deprem oluşturmak”, الْاَرْضُ el-ard kelimesi “yeryüzü”, الْجِبَالُ el-cibâl sözcüğü ise “dağlar” demektir.
Kur’ân’da kıyâmetin sarsıcı özellikleri bağlamında olayın farklı boyutları hakkında çeşitli âyetlerde bilgiler verilmektedir. Vahyin indiriliş sürecinde muhtemelen bu konu ilk defa burada zikredilmektedir. Bu nedenle kıyâmet hakkında kısa da olsa bazı açıklamalarda bulunmak istiyoruz. Kıyâmeti mahşer için bir kalkış şeklinde anladığımız için kıyâmet-âhiret kavramlarını bir arada ele alacağız.
  1. Kur’ân’da “âhiret” anlamında kullanılan kelimelerden biri kıyâmettir. القيمة el-kıyâmet, kök anlamı itibariyle “kalkmak” demektir. Kur’ân’da, يوم yevm kelimesiyle birlikte “Yüce Allah’ın kullarını hesaba çekmek için dirilteceği günün ismi, son saatin gerçekleşeceği gün, Kıyâmet Günü” anlamında يوم القيمة yevmü’l-kıyâmet tamlaması pek çok âyette kullanılmaktadır.[78] Kıyametle ilgili hususları Kıyamet sûresinde geniş bir şekilde ele alacağımız için burada detaya girmiyoruz.
  2. Yüce Allah, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de olduğu üzere Nâzi‘ât 79/6’da “O gün, şiddetli deprem ortalığı sarsacaktır” buyurarak, hem tercufu fiilini, hem de sarsıntının ismi olarak er-râcife kelimesini kullanmaktadır. er-Râcifekelimesi, genel olarak “sarsıcı şey”, tercufu fiili de “sarsmak” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla söz konusu fiil burada özel olarak “kıyâmetin sarsıcılığı”nı ifade etmektedir. “Sarsmak, deprem” olarak tanıtılan bu kelimenin açılımı, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette yer almaktadır.
Anlaşılan o ki incelediğimiz âyetteki anlam kısaca “kıyâmet koptuğunda” demektir. Çünkü yeryüzünün ve devasa dağların sarsıntı geçirmesinden maksat, Yüce Allah’ın kıyâmet olayını büyük bir gerçeklik olarak sunması ve kullarını ona karşı uyarmasıdır. Buradan hareketle, âyette sözü edilen sarsıntının “Sûr’a ilk üfürüş” olduğunu da söylemek durumundayız. İkinci üfürüş ise mahşerdeki diriltilme işlemi için gerçekleştirilecektir.
ıı. Dağlar Erimiş Kum Yığınına Dönüşecek
وَكَانَتِ الْجِبَالُ كَث۪يبًا مَه۪يلًا “Dağlar da erimiş bir kum yığınına dönecektir.” Âyetteki كَث۪يبًا kesîb kelimesi “büyük kum yığını”, مَه۪يلًا mehîlsözcüğü ise “erimiş, dağılmış, akan” demektir.
Bu cümlede Kıyâmet Gününün dağları nasıl bir yapıya dönüştüreceği, onları yün gibi nasıl savuracağı,[79] böylece yaşanacak değişim ve dönüşümün hangi boyutlara varabileceği noktasında bilgi verilmektedir. Dağların erimiş bir kum yığınına dönmesinin hemen öncesinde, tıpkı bulutların hareketi gibi onların da hareket edeceği, çeşitli yönlere âdeta yayılacakları bilgisi Kur’ân’da yer almaktadır. Kıyâmetin gerçekleşmesinden söz eden Neml 27/87’de, önce Sûr borusuna üfleneceği, herkesin düşüp bayılacağı ve Allah’ın huzuruna başı önde geleceği ifade edilmektedir. Ardından 88. âyette sabit, donuk veya hareketsiz sanılan bu devasa dağların da Yüce Allah’ın eşsiz sanatının ve kudretinin bir göstergesi olarak tıpkı bulutlar gibi hareket edip varlıklarını dönüştüreceği beyan edilmektedir. İşte, erimiş kum yığınına dönüşmenin öncesinde bu tür bir hareketliliğin yaşanacağı açıkça ortaya konulmaktadır.
Olayın bir başka boyutu olarak Tâhâ 20/105-107’de de şu bilgiler yer almaktadır: Dağlar un ufak olup savrulacak, yeryüzü al açık ve kupkuru bir düzlük halini alacak, sonuçta orada çukur da tümsek de kalmayacaktır. İşte, dağların erimiş bir kum yığınına dönmesi de yaşanacak fiziksel değişimi ortaya koymaktadır. Mekkeli müşriklerin veya kıyâmeti ve mahşeri yalanlayanların genellikle bu sistemin bozulamayacağı zannı, işte bu cümle ile iptal edilmektedir. Kâinata bu yapıyı veren ilâhî kudretin aynı şekilde farklı müdahalelerde bulunmasında da garipsenecek bir nokta yoktur.
Onca büyüklüklerine rağmen, dağları savuracak bir felâketin insanları ne hale getireceği ve onları nasıl etkileyeceği de insanların algısına sunulmuş olmaktadır. Amaç, muhatapların inanmasını sağlamak ve ibret içerikli bir ömür yaşayarak, hem dünyayı hem de âhireti değerlendiren bir hayatın sahibi olunmasına katkıda bulunmaktır.
Yüce Allah, sûrenin 11. âyetinden itibaren ele aldığı inkârcıların durumu ve onlara vereceği cezanın zamanı hakkında bu âyette bilgi vermektedir. Kıyâmet inkârcılara göre çok uzak görünse de Yüce Allah için çok yakındır. Dolayısıyla kişinin ölümü bir anlamda kıyâmeti olduğu için, felâket ve azabın çok yakın olduğu açıktır.
Hz. Peygamber’in risaletinin ilk dönemlerinde Mekkeli müşrik ileri gelenlerin ona karşı olumsuz ve düşmanca tutumları bu âyetlerdeki bilgilerle karşılanmakta ve müminlerin moralinin yüksek tutulması amaçlanmaktadır. Bu âyetlerdeki ifadeler evrensel anlamda bütün müminleri ilgilendirmekte ve inkârcılığını düşmanlığa dönüştürenlere karşı müminleri motive etmektedir.

15-19. ÂYETLER:
اِنَّآ اَرْسَلْنَآ اِلَيْكُمْ رَسُولًا شَاهِدًا عَلَيْكُمْ كَمَآ اَرْسَلْنَآ اِلٰى فِرْعَوْنَ رَسُولًاۜ ﴿15﴾
فَعَصٰى فِرْعَوْنُ الرَّسُولَ فَاَخَذْنَاهُ اَخْذًا وَب۪يلًا ﴿16﴾
فَكَيْفَ تَتَّقُونَ اِنْ كَفَرْتُمْ يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ ش۪يبًاۗ ﴿17﴾ اَلسَّمَآءُ مُنْفَطِرٌ بِه۪ۜ كَانَ وَعْدُهُ مَفْعُولًا ﴿18﴾
اِنَّ هٰذِه۪ تَذْكِرَةٌۚ فَمَنْ شَآءَ اتَّخَذَ اِلٰى رَبِّه۪ سَب۪يلًا۟ ﴿19﴾
15. Doğrusu Firavun’a peygamber gönderdiğimiz gibi size de hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber gönderdik. 16.Buna rağmen, Firavun o peygambere karşı gelmişti. Biz de onu kahredici bir şekilde kıskıvrak yakalamıştık. 17. Eğer çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günü inkâr ederseniz, nasıl korunabileceksiniz ki! 18. Gökyüzü o gün nedeniyle yarılacaktır. (Böylece) Allah’ın vaadi de gerçekleşmiş olacaktır. 19. Muhakkak ki işte bütün bunlar bir öğüttür. Artık, kim dilerse Rabbine bir yol tutar.”
Yüce Allah, inkârcılara karşı tavrın nasıl olması gerektiğini, onları tehdit ettiği azabın türlerini, bunun gerçekleşme zamanı ve mekânı olarak kıyâmeti ve mahşeri hatırlattıktan sonra, şimdi de önceki nesiller içinde önemli bir azgın olan Firavun’u ve âkıbetini haber vermektedir. Ayrıca, ona benzemek isteyenleri yeniden uyararak kıyâmet ve mahşere tekrar dikkat çekmekte ve Kur’ân’ın gönderiliş gayesini insanlara bildirmektedir.
Âyetlerin yorumuna geçmeden önce Kur’ân kıssaları ve onların anlatılma gerekçeleri hakkında bazı açıklamalar yapmak istiyoruz.
a) Kur’ân’da Kıssalar ve Yer Alma Gerekçeleri
Kıssalar Kur’ân’da çok önemli bir anlatım metodudur. Kur’ân’ın çoğunluk âyetleri kıssalardan oluşmaktadır. Bu nedenle söz konusu âyetlere nasıl yaklaşılacağı ve onları anlamada nasıl bir yöntemin uygulanacağı konusu çok önemlidir.
ı. Kur’ân Kıssaları
Kıssalar Yüce Allah’ın insanlara sunduğu “âyetler”dendir. “Vahye konu kitapların”, “kâinat kitabının” ve “insan kitabının” âyetleri gibi “kıssalar” da ibret içerikli âyetlerdendir. Bu nedenle, Kur’ân’da kıssaların anlatılma gerekçeleri üzerinde durmak yararlı olacaktır. Çünkü kıssalar Kur’ân’ın yarısından çoğunu oluşturmaktadır.
  1. a) Kıssa Kelimesinin Anlamı
Kur’ân mesajının insanlara ulaştırılması için kullanılan metotlardan birisi de kıssa aktarmaktır. Kıssa kelimesi, Rağıb’ın ifadesine göre k-s-s kelimesinden türetilmiş olup “anlatmak, haber vermek” anlamına gelmektedir.[80] İbn Manzûr’a göre ise kıssa, olaylar anlamında “haber” demektir; kasas da “anlatılan haberler” anlamına gelmektedir.[81] İbn Teymiyye’ye göre kıssa, “anlatılan haber ve olay”dır; kaass ise “Bu Kur’ân’ı sana vahyetmekle en güzel kıssaları sana anlatıyoruz”[82]âyetindeki kullanım gereği “gerçeği anlatan kişi” demektir.[83] Abdülkadir er-Râzî’ye göre kassa fiili “izini takip etmek” anlamına gelir.[84]
  1. b) Kur’ân’daki Kullanımı
Bu kelime Kur’ân’da fiil olarak kassa,[85] kasansâ,[86] yekussu,[87] yekussûne,[88] naksus,[89] nekussenne[90] ve nekussu[91] sigalarında “anlatmak, haber vermek” anlamlarında kullanılmaktadır. Ayrıca uksus[92] ve bir de lâ taksus[93]sığalarında iki yerde emir ve nehiy olarak “anlat, anlatma” anlamında, isim olarak ise kasas[94] şeklinde 5 âyette “kıssalar” anlamında Kur’ân’da yer almaktadır. Kehf 18/64’teki kasasan kelimesi ile Kasas 28/11’deki kussî emri “izini takip etmek” şeklinde bir anlam vermektedir.
Kur’ân’da son iki şekil hariç bütün kullanımlarında “anlatmak, haber vermek” anlamında kullanılan bu kelimeden hareketle, yaşanmışlığı veya yaşanmamışlığı[95] muhtemel olan hikâyeler için “kıssa” teriminin kullanılması hoş karşılanmamış,[96]kıssaların mitolojik unsurlardan ayrı olarak değerlendirilmesi gerektiği özellikle belirtilmiştir.[97]
  1. c) Kur’ân Kıssaları Kıssaların Tamamı mıdır?
Sözün burasında hemen belirtelim ki Kur’ân’daki kıssalar bütün peygamberler ve geçmiş toplumların hayatlarını oluşturmaz. Nisâ 4/164 ve Mü’min 40/78’de açıkça beyan edildiği üzere Kur’ân’da kıssası anlatılan peygamberler olduğu gibi kıssası anlatılmayan peygamberler de vardır. Risalet tarihi Kur’ân’da adı geçen 25 veya 28 peygamberden ibaret olamaz. Nitekim Hz. Peygamber peygamberlerin sayısının 24.000 veya 124.000 olduğunu beyan ederek bu gerçeği dile getirmiştir. Biliyoruz ki peygamberler tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Bu nedenle peygamberlerin sayısı hakkında tam bir rakam vermektense Hz. Peygamber’in ifadesinde de olduğu gibi “çokluk” anlamı verilerek sayının kabarık olduğunu belirtmekle yetinmek gerekir.
Kıssalar bir grubun veya kişinin hayatının tamamını değil, müminlerin gönüllerini motive edecek kısmını içerecek şekilde anlatılır. Bu husus Hûd 11/120’de açıkça belirtilmektedir. Ayrıca En‘âm 6/34 ve Kasas 28/3’te ise, kıssaların anlatılan kısmının, olayın sadece bir bölümü olduğu, bu ümmete örnek olacak kısmının seçildiği ve bu nedenle tamamının anlatılmadığı ifade edilmektedir. Söz konusu âyetlerdeki min edatı, anlatılan kısmın sadece bir bölümden oluştuğu anlamını vermektedirç. Hz. Mûsâ ve Hz. Yûsuf kıssası en geniş anlatılan örnekler olmasına rağmen, bu iki peygamberin hayatlarının tamamı değil, gerekli olan kısımları nakledilmiştir.
Kur’ân’da yer alan kıssa sahiplerinin Orta Doğu’ya gönderilmiş peygamberlerden seçilmesi de dikkatlerden kaçmamaktadır. Elbette bunun muhtemel bazı gerekçeleri olmalıdır:
  1. Kur’ân’da kıssası anlatılan peygamberlerin hayatlarında bu son ümmet için yeterli ibretler bulunduğu için sadece bu peygamberlerin kıssaları anlatılmış olabilir.
  2. Kur’ân’da zikri geçen peygamberler ve halkları isimlerini ve hayatlarının bir bölümünü Mekke ve Medine toplumunun bildikleri kişiler ve toplumlardır. Bu nedenle ortak kabullerden hareket edilerek daha kısa sürede ve etkin sonuç alınması hedeflenmiş olabilir.
  3. Dünyanın başka yerlerine gönderilmiş olmasına rağmen isimleri bilinmeyen peygamberlerden söz edilseydi bu durumda ilk muhatapların karşı çıkışları ve yalanlamaları artabiliridr. Seçilen örnekler bilinenler olduğu için yalanlamanın da önüne geçilmiş olmaktadır. Elbette daha başka gerekçeler de vardır; ancak bu kadarını hatırlatmakla yetinelim.
  4. d) Kur’ân Kıssaları
Bilindiği gibi Kur’ân’da pek çok kıssa zikredilmektedir. Hz. Âdem-İblis, melekler, şeytan, cennetten kovulma olayı ile ilgili diyaloglar, Hz. Âdem-eşi, Haabil-Kaabil olayı ve Kâbe’nin inşası gibi kıssalar ilk dönem insanlık tarihiyle ilgilidir. Tâlût-Câlût, Hz. Dâvûd-Câlût arasındaki mücadele, ayrıca İsrailoğullarının Firavun ile aralarında geçen olaylar, Hz. Mûsâ’nın Firavun ve sihirbazlarıyla mücadelesi, Hz. Mûsâ’nın Hz. Şu‘ayb ile diyalogu, İsrailoğullarının kurban kesme (Bakara) olayı, Hz. Nûh, Hz. Hûd ve Hz. Lût’un kavimleriyle olan mücadeleleri ve âkıbetleri, ibret içerikli kıssalardandır. Bununla birlikte, Eyke ve Medyen halklarının helakleri, Hz. İbrâhim’in babasıyla ve kavmiyle mücadelesi, oğullarıyla diyalogları, Bâbil, Hârût-Mârût ve sihir meselesi, Hz. Süleyman’ın hayvanlarla, Belkıs ve cinlerle yaşadığı bildirilen hususlar da çok önemli mesajlar vermektedir. Hz. Yakûb ve Hz. Yûsuf’un kıssası, Hz. Lokman’ın oğluna nasihatleri, Hz. Eyyûb, Hz. Yûnus, Hz. Zekeriyya, İmrân ailesi, Hz. Meryem, Hz. İsâ’nın doğumu, Havâriler, gök sofrası, Zülkarneyn, Ashâb-ı Kehf ve Ebrehe ordusunun helakine ilişkin anlatımlar da Kur’ân’daki belli başlı kıssalar arasında yer alır.
Bazı kıssalar diğerlerine göre uzun, bazıları oldukça vecîz ibarelere sahiptir ve kısadır. Bazı kıssalar da vardır ki, Kur’ân’da birden fazla yerde zikredilmişlerdir. Bunun sebebi, öncelikle, her zikredilen yerde detaya ait farklılıklar üzerinde durmaktır. Ayrıca, içinde bulunduğu konu bütünlüğü açısından, yani siyak ve sibaka uygun mesajlar vermek ve söz konusu mesajı daha farklı boyutlarıyla işleyip muhatabı daha iyi bilgilendirmek de sebepler arasındadır. Kur’ân’da hiçbir kıssa, iki veya daha fazla yerde tamamen aynı içerikte ele alınmamış, aksine aynı kıssanın farklı yönleri üzerinde durulmuştur.
ıı. Kıssaların Anlatılma Gerekçeleri
Kıssaların asıl amacı derin saygı duymak isteyenler için onlardan “ibret almak”tır.[98] Bu konuda diğer gerekçeler müminlere ve sağduyu, yani derin kavrayış sahiplerine rehberlik etmek[99] şeklinde belirlenmiştir. Bu sûredeki kısa örnekten hareketle söyleyelim ki, Firavun’un küstahlığından ve hak ettiği azaplardan dersler çıkarmak, sonuçta isteyenlere saygıyı öğretecek ve o korkunç felâketten onları kurtaracaktır. Saygısız Firavun’un kıssası, saygılı insanlar yetiştirmeyi sağlayabilecektir. Bu ve diğer sûrelerde ele alınan kıssaların her geçtiği yerde farklı boyutta dersler içerdiği kesindir.
Yûsuf 12/111’de kıssalarda “ibret, ders, mesaj” bulunduğu belirtilerek bunun özellikle ulü’l-elbâb için böyle olduğu ifade edilmektedir. “Çekirdeğin özü” anlamındaki lübb kelimesinin çoğulu olan el-elbâb kelimesinin ibretle ilişkilendirilmesi çok manidardır. Çünkü Kur’ân kıssalarından yeterince istifade edebilmek için kıssanın özüyle ilgilenmek, gereksiz ayrıntılara dalmamak ve kabukla sınırlı kalmamak gerekmektedir. Mesaja dayalı okumalar Nâzi‘ât 79/26’da da belirtildiği üzere haşyetdenen “derin saygı”yı oluşturacaktır.
Kur’ân’da bu kıssaların yer almasının amacı, elbette tarihin tespiti veya tarihî olayların yer, zaman ve şahıs bilgilerinin kronolojisini vermek değildir. Amaç, geçmiş milletlerin başına gelen olayları ana hatlarıyla anlatıp, olayların sonuçlarına dikkat çekmek ve aynı davranışların benzer sonuçlar doğuracağını bildirerek, daha doğru davranılmasını sağlamaktır. Bu nedenle, Kur’ân’da zikri geçen pek çok kıssada yer, zaman ve şahıs isimlerine yer verilmez; sadece konu ana hatlarıyla açıklanır.[100]
Kur’ân kıssalarına hikâye de denmez, tarih de. Çünkü hikâye olmuş veya olması muhtemel olayların anlatımıdır; kıssalar ise mutlak surette gerçekleşmiş hayat kesitleridir. Tarih ise yer, şahıs ve zaman verilerek yapılan tespitlerdir. Bu itibarla da kıssalarda genellikle yer ve şahıs ismi verilmez; dahası zamandan ise hiç söz edilmez. Bu nedenle kıssalar tarih adıyla anılamazlar, sadece tarihe ışık tıutarlar. O kadar ki pekçok sûrede Firavun’dan söz edilmesine rağmen onun asıl adı verilmez. Hâmân ve Kaarûn’da da durum aynıdır.
Mesed sûresi Ebû Leheb ve eşi hakkında indirilmiş olmasına rağmen onların da adları değil sıfatları verilmiştir. Ebû Leheb’in adı Abdüluzzâ, eşininki ise Ümmü Cemîl’dir. Mesajın evrensel olması için kıssalarda genellikle yer ve şahıs ismi verilmez.
Bu noktada Yâsîn 36/13-32. âyetler arasında yer alan “bir şehir halkının kıssası” da çok güzel bir örnektir. Şehrin, yöneticilerinin, elçilerin ve “şehrin en ileri gelenlerinden bir yiğit adam”ın adı verilmeyerek, tam bir evrensel mesaj vurgusu ortaya konulmuş olmaktadır. Kur’ân’da kıssaların mesajına dikkat çekilmesi için bu tür detaylar verilmemesine rağmen, yorumcuların bu noktada çeşitli tahminler ileri sürerek meseleyi mesajdan uzaklaştıracak açıklamalr yapması faydasız bir işlemdir.
Kur’ân kıssalarının anlatılmasının ana gayesi, biraz önce de belirttiğimiz gibi bunlardan “ibret alınması”dır diyebiliriz. Bu genel amaç ışığında, Kur’ân’da kıssaların anlatılma gerekçeleri hakkında özetle şunları söyleyebiliriz:
* Hz. Peygamber’i ve müminleri motive etmek,[101]
İnsanların düşünmesini ve tefekkür sahibi olmalarını sağlamak,[102]
Gerçeği öğretmek, öğüt vermek, geçmişi hatırlatmak ve yaşayanları uyarmak,[103]
* Güçlü-pozitif duygulara, İslam inanç ve ilkelerine yöneltmeye, canı ve malı, hak, hayır ve iyilik uğruna fedâ etmeye kanalize etmek,[104]
İnananların yüreklerine güven ve huzur, inanmayanların kalplerine ise korku, endişe ve psikolojik ıstırap içeren bir gözdağı vermek,[105]
* Hz. Peygamber’in hak peygamber olduğuna, ona vahiy indirildiğine ve onun vahiy bilgilerini tebliğ ettiğine işaret etmek.[106]
Yeniden vurgulamak gerekirse Nâzi‘ât 79/26’da da kısmen açıkladığımız üzere, kıssa aktarımı Kur’ân’da takip edilen çok önemli bir anlatım metodudur. Kıssalar insanlık tarihinin bir özeti olduğu için Kur’ân bütün insanlık tarihini ve birikimini adeta bu son ümmetin önüne açmıştır. Anlatılmak üzere seçilen peygamber kıssaları tam bir tebliğ örneği oluşturduğu için anlaşılması ve uygulanması durumunda muhatapların önü açılmış ve çok kısa zamanda uzun mesafelerin kat edilmesi sağlanmış olacaktır.
Kıssalar Yüce Allah’ın insanlara sunduğu “âyetler”dendir. “Vahye konu kitapların”, “kâinat kitabının” ve “insan kitabının” âyetleri gibi “kıssalar” da ibret içerikli âyetlerdendir. Bu nedenle, Kur’ân’da kıssaların anlatılmasının bir Kur’ân üslubu olduğunu özellikle belirtmek durumundayız. Esasında Kur’ân’ın büyük bir bölümünün kıssalardan oluştuğu düşünüldüğünde bunun ne derece önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Kur’ân’daki kıssalarla ilgili bu bilgileri verdikten sonra şimdi Müzzemmil sûresinin ayetlerini yorumlamaya devam edelim.
b) Nebî (as)’ın Şahitliği, Firavun’un Hz. Mûsâ’ya Karşı Tutumu
Yüce Allah, sûrenin 15 ve 16. âyetlerinde Hz. Peygamber’in bu ümmet için konumunu belirlerken Firavun ve Hz. Mûsâ ilişkisini hatırlatmakta, bu arada Firavun’un yaşadığı felâketi ibret olsun diye gündeme taşımaktadır.
ı. Hz. Peygamber Son Ümmet İçin Şahittir
اِنَّآ اَرْسَلْنَآ اِلَيْكُمْ رَسُولًا شَاهِدًا عَلَيْكُمْ “Size, hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber gönderdik.” Âyetteki اَرْسَلْنَا arselnâ fiili “göndermek, peygamber göndermek”, رَسُولًا rasûl kelimesi “peygamber, elçi”, شَاهِدًا şâhid sözcüğü ise “şahit” demektir.
  1. a) اِنَّآ اَرْسَلْنَآ اِلَيْكُمْ رَسُولًا “Size bir peygamber gönderdik.” Yüce Allah, “Seni Biz gönderdik” ifadesiyle âyetin ilk cümlesinde Hz. Muhammed’in toplum karşısındaki konumunu ortaya koymaktadır. Onun kendiliğinden herhangi bir misyon sahibi olmadığını, ilâhî irade tarafından peygamberlikle görevlendirildiğini ve tebliğ ettiği şeylerin ona vahyedildiğini ilan etmektedir. Zaten risalet, elçilik anlamıyla başkasına ait bir mesajı ilgililere ulaştırmak demektir.
  2. Yüce Allah, Necm sûresinin ilk âyetlerinde peyderpey indirdiği vahye yemin ettikten sonra, Hz. Peygamber’in şaşkın olmadığını ve azgınlaşmadığını, dahası kendi arzu ve hevesinden konuşmadığını, söylediklerinin de kendisine vahyedilen bilgiler olduğunu bildirmektedir. Böylece bir anlamda peygamberini sahiplenmekte ve ona yönelecek olumsuz tavırların aslında Kendisini hedef alacağını muhataplara haber vermektedir.
  3. En‘âm 6/33’te de ifade edildiği gibi, zâlimler dün olduğu gibi bugün de Hz. Peygamber’i değil, Yüce Allah’ın âyetlerini inkâr etmektedirler. Konuya bu açıdan bakıldığında, Hz. Peygamber’e dolaylı olarak moral, muhataplara ise gözdağı verildiği anlaşılmaktadır. Dahası, onun Yüce Allah tarafından sahiplenildiği ve yalnız bırakılmadığı mesajını yorumunu yapmakta olduğumuz âyetten kolaylıkla anlayabiliriz.
  4. Bu âyetteki ilk muhataplar ebetteki Mekkeli müşriklerdir. Dar anlamda durum böyle olsa da, geniş ve evrensel anlamda muhataplar bütün insanlıktır. Hz. Peygamber’in risalet görevi bütün insanlığa yöneliktir. Onun tebliğ ettiği mesajlar yöresel motifler içerse de mesaj bütünüyle evrenseldir. Kur’ân’da Hz. Peygamber’in risaletinin bütün insanlığa yönelik olduğunu gösteren pek çok âyet vardır. Dolayısıyla, yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki اِلَيْكُمْ ileyküm “size” ifadesinden hareketle, maksadın sadece Mekkeliler olduğunu söylemek gerçeği yansıtmamaktadır.
Elbette ilk muhataplar önce Hz. Peygamber’in en yakınlarıydı;[107] daha sonra kavmi idi;[108] ardından Mekke şehri ve civarıydı.[109] Nihayet bütün insanlık bu son vahyin muhatabı kılınmıştı.[110] Bütüncül bir okuma ile Kur’ân’da konuyla ilgili bütün âyetleri göz önünde tutarak bir kanaate varmak gerekir. Bu nedenle, âyette sözü edilen elçilik alanının yöreselden başlayıp evrensele yayıldığını özellikle belirtmek durumundayız.
  1. Mesajı yöreselde bırakmak için kullanılmak istenen “nüzûl sebebi” kurumu da iyi anlaşılmalıdır. Bazı âyetlerin iniş sebebi olarak birtakım rivayetler nakledilse de, bu tür bilgiler âyetlerin mesajlarını yöresel ve tarihsel kılmazlar; sadece mesajın daha kolay anlaşılmasına katkı sağlarlar. Çünkü sebebin özel olması hükmün veya mesajın genel olmasına engel değildir. Bu nedenlerle, âyette sözü edilen risaletin bütün insanlığa yönelik olduğunu ve yöreselliğe terk edilemeyeceğini özellikle bilmek gerekir.
  2. Şu hususu da bu vesileyle hatırlatalım: Peygamberlik kurumunda nübüvvet ve risalet ayrı ayrı şahısları ifade etmez. Bütün peygamberler önce nebîdirler, yani ilâhî kaynaktan bilgilendirilirler; sonra da rasûldürler, yani sahip oldukları ilâhî mesajları insanlara iletirler. Özetle söyleyelim ki bütün peygamberler hem nebidirler hem de rasûl. Her rasûl nebidir; her nebi de rasûldür.[111]
  3. b) شَاهِدًا عَلَيْكُمْ “Hakkınızda şahitlik edecek.” Yüce Allah, Hz. Peygamber’i rasûl olarak görevlendirdiğini beyan ettikten sonra onun çok önemli bir misyonuna veya görevine değinmektedir. Hz. Peygamber’in bu önemli görevi, Hacc 22/78, Ahzâb 33/45 ve Feth 48/8’de geçtiği üzere, ümmeti hakkındaki şahitliğidir.
* Şahitlik ve Hz. Peygamber’in Şahit Olması
Peki, şahitlik ne demektir? Bu konuda bazı açıklamalar yapmak gerekir:
Şâhid kelimesi fiil olarak “mahkemede şahitlik etmek, bir yerde hazır olmak, kesin olarak haber vermek, muttali olmak, yemin etmek, bir şeyi huzura getirmek ve çocuğun büluğ çağına ermesi” gibi anlamlara gelmektedir. Allah’a izafe edilince “Allah’ın bilmesi ve Allah’ın ilmi”ni ifade etmektedir. İsim olarak şehâdet “ikrar, delil, görünen âlem, duyulardan biri ile idrak etmek, duyum” manalarına gelmektedir. Bu bağlamda, söz konusu kelime Kur’ân’da “peygamberlerin mahşerdeki şahitliği”,[112] “hakka şahitlik yapan fedakâr insanlar”,[113] “şahit, delil, mahkemede şahitlik yapmak”,[114] “kavuşmak, ulaşmak”,[115] “bir yerde bulunmak”,[116] “inanmak”,[117] “bilmek”,[118] “yardımcılar, ortak, put”[119] ve “görünen âlem”[120] gibi anlamlarda kullanılmaktadır.[121]
  1. Yorumunu yapmakta olduğumuz Müzzemmil 73/15’te sözü edilen şahitlik, Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamber’e yaptığı veya yapmakta olduğu ya da yapacağı eziyetlerle ilgilidir. Yapılan eziyetler mahşerde yeniden hatırlatılarak, hak ettikleri cezalar inkârcı muhataplara verilecektir. İfade, bu anlamıyla inkârcı düşmanlara karşı bir tehdit içermektedir. Yapılan eziyetler bunları yapanların yanına kâr kalmayacak, hesabı mutlaka sorulacaktır.
  2. Mahşerdeki yargılamada yargıç Yüce Allah, sanıklar ise dünyada suç işleyen kişilerdir. Geriye kararın sonuca bağlanmasında çok önemli bir görev icra edecek olan şahitlik kurumu kalmaktadır. İşte Hz. Peygamber’in şahitliği bu âyette verilmek istenen mesajın diğer bir unsurunu oluşturmaktadır.
  3. “Mahkemede şahit olmak” anlamına göre şahitlik, insanların problemlerini veya davalarını çözmek için gerekli bir kurumdur. Hz. Peygamber’in ümmete şahitliği[122] bu dünyada insanların problemlerini çözmek için gönderilmesi demektir. Mahkemelerdeki şahitlik kurumu da bir davanın çözüme kavuşturulması amacına yöneliktir.
Hz. Peygamber’in şahitliği onun bu ümmete örnek ve model olması şeklinde de anlaşılabilir. Böylece Hz. Peygamber’in şahitliği onun üsve-i hasene dediğimiz “en güzel örnek” oluşunu ifade eder.
** Ümmetin Şahitliği
Şâhid veya şühedâ’ kelimesi, Hz. Peygamber’in olduğu gibi son ümmetin de bir özelliği olarak Kur’ân’da kullanılmaktadır. Yüce Allah, Bakara 2/143’te İslâm ümmetinin diğer ümmetlere şahit olması gerektiğini beyan etmekte ve bu ümmetin “orta ümmet” olmasının gerekçesini de “şahitlik” olarak tespit etmektedir. Ümmetin örnek oluşu insanlığın imanına şahit olması, insanlığı imanına şahit kılması ve ana yürekli toplum olması demektir. Buna göre, imam ümmetin manevî annesi, ümmet de insanlığın manevî annesi konumunda kabul edilmiş olur.[123]
Müslümanlar orta millet olacağından, insanların problemlerini çözer, dertlerine şifa bulur ve sosyal hastalıklarına çare üretir. İnsanlara Allah’ın yarattığı bir değer olarak saygı duyar, onları anlamaya çalışır, onlarla beraber olmanın yollarını arar. Farklılıklardan ziyade benzer noktaları öne çıkarır. Daima insanlara yardımcı olmaya çalışır ve insanlar için bir denge unsuru olur.
Yüce Allah, Müslümanları insanların problemlerini çözen ve onlara yardımcı olan vasat bir ümmet olarak belirlemiştir. “Orta ümmet” olmak, bir eğitim işidir. Aşırılıklardan uzak ve dengeli bir beyne sahip olmak, kendiliğinden gerçekleşecek bir iş değildir; ilâhî eğitime ihtiyaç göstermektedir. Müslüman ümmetin, bu görevi yapmamak gibi bir seçeneği yoktur. Allah tarafından bu görev son ümmete verilmiştir. Hacc 22/78’de de “Müslüman” ismine lâyık olmanın gereklerinden birisi “şahitler olmak” şeklinde belirlenmektedir.[124]
Müzzemmil 73/15. âyetin ilk cümlesinde Hz. Peygamber’in risalet görevi ve ümmete şahit oluşu dile getirilmekte, diğer cümlesinde ise önceki ümmetlerden bir örnek hatırlatılmaktadır.
ıı. Firavun’a da Elçi Gönderilmişti
كَمَآ اَرْسَلْنَآ اِلٰى فِرْعَوْنَ رَسُولًاۜ “Firavun’a da peygamber gönderdiğimiz gibi.” Âyetteki كَمَا kemâ edatı “gibi”, اَرْسَلْنَا arselnâ fiili “göndermek” demektir.
Yüce Allah bu cümlede yakın tarihten bir ismi gündeme getirmektedir. Kur’ân’ın nüzûl sürecinde kıssalara ilk gönderme yapılan yer muhtemelen burası olmalıdır. Bu nedenle kıssalarla ilgili açıklamalarımızı bu âyetin başında yapmayı tercih ettik.
* Firavun ve Hz. Mûsâ’nın Hatırlatılmasının Hikmeti
Sûrenin buraya kadarki bölümünde Hz. Peygamber’in Yüce Allah’a karşı görev ve sorumlulukları hatırlatılıp Mekkeli inkârcılarla ilişkisinin nasıl olması gerektiği ele alınmıştı. Yüce Allah’ın inkârcılara hazırladığı azap türleri hakkında bilgi verildikten, yani kıyâmetin ve mahşerin etkileyici yapısı hatırlatıldıktan sonra sözün bu kıssaya getirilmesi manidardır. İkinci sırada indirilen Müzzemmil sûresinde bu kıssanın çok kısa da olsa hatırlatılmasının bazı gerekçeleri olmalıdır. Bu amaçla şunları sıralayabiliriz:
  1. a) Râzî’nin de belirttiği gibi Hz. Mûsâ, Firavun’un sarayında büyümüş, yetiştirilmişti. Buna rağmen Firavun onu kendisine düşman edinmiş, getirdiği ilâhî mesajları inkâr etmişti. Aynı şekilde Mekkeliler de kendi içlerinde doğup büyüyen Hz. Muhammed’e karşı bir tavır içerisine girmiş ve tebliğ ettiği ilâhî prensipleri inkâr etmişlerdi. Hem Hz. Mûsâ Firavun’un sarayında hem de Hz. Muhammed Mekke’de gözde ve güvenilir bir konuma sahipti. Üstelik Mekkeliler ona çok güvendikleri için kendisine el-emîn sıfatını takmışlardı. Birbirlerine değil, ona güvendikleri için kıymetli eşyalarını ona teslim etmişlerdi. Hicret esnasında yanında bulunan kıymetli eşyalar, onu hicrete mecbur bırakan Mekkelilere ait idi. İşte Mekkeliler ve Firavun bu noktalarda benzeştiği için bu örnek tercih edilmiştir.
  2. b) Bir başka sebep, şiddetli karşı çıkışların yaşandığı Mekke’de buna uygun şiddette hatırlatmaların yapılması olabilir. Hz. Peygamber’i bunaltan Mekke oligarşisi Firavun’a benzetilmekte, onun yaşadığı feci âkıbetin benzer şekilde Mekke müşriklerini de beklediği mesajı verilmektedir. Daha fazla askere ve silâh teçhizatına sahip olmasına rağmen Firavun’u denizde boğup helak eden ilâhî kudretin Mekke müşriklerini de helak edip insanlığa ibret kılabileceği mesajı söz konusu edilmektedir.
  3. c) Bir diğer sebep, Hz. Muhammed’in Hz. Mûsâ’nın izinden gittiğini beyandır. Ona karşı çıkanlar ise Firavun’un izinden gitmiş ve onun yaşadığı âkıbeti hak etmiş olurlar. Bu içeriğiyle kıssa, müminlere ve bütün muhataplara kıyâmete kadar mesaj vermeye devam edecektir. İnsanlar ya peygamberin izinden gidecek, hem bu dünyada mutlu yaşayacaklar hem de âhirette cennet ödülleriyle buluşturulacaklar; ya da Firavun tipli kişilerin peşinden gidecek, dünyada azgınlık ve zulüm yapıp mahşerde ateş azabına yaslanacaklardır. Sonuçlarına katlanmak kaydıyla tercih kendilerinindir.
  4. d) Bu kıssasın burada yer almasının muhtemel başka bir nedeni, Mekkelilerin yaptığı veya yapacağı eziyetlere karşı dayanıklı olunması gereğini müminlere bildirmektir. Mekke’de de, daha sonraki dönemlerde de Firavun’a özenen veya özenecek olanlar çıkabilir. İnkârcılık sadece Firavun’la sınırlı değildi. Mekkeli bazı müşrik ileri gelenler, Firavun türü zulümlere özenme belirtileri göstermeye başlamış, kendileri inanç esaslarını reddetmekten öte, inananlara baskı kurmayı ve onları şehirden uzaklaştırmayı fiiliyata sokmaya çalışmışlardı. Aslında söylenmek istenen husus, bir bölümü başlamış da olsa, yakın bir gelecekte veya daha ileri zamanlarda Müslümanların başına çeşitli sıkıntılar geleceğinin önceden haber verilmesi ve bu noktada hazırlıklı olunmasının sağlanmasıdır.
  5. e) Bu konuda son bir gerekçe de kanaatimizce şudur: Mekkelilerin zulümleri ne kadar ileri düzeyde olursa olsun, başlarına nasıl sıkıntılar gelirse gelsin, belki de hiçbiri Firavun’un ve adamlarının yaptığı kadar haddini aşmış bir zulüm oluşturamayacaktır. Bu nedenle, müminler bir anlamda rahatlatılmak istenmektedir. Firavun, ilâhlık iddiasının ve kavmine yaptığı akıl almaz zulümlerin karşılığını önce bu dünyada görmüştür; âhirette de daha ağırını görecektir. Böylece, Mekke müşriklerinin ve benzerlerinin Müslümanlara reva göreceği ağır işkencelerin veya insanlık dışı muamelelerin karşılıksız bırakılmayacağı beyan edilmektedir.
Bütün bu anlattığımız gerekçeler göz önünde tutularak şu son değerlendirmeyi yapmak durumundayız: Bu kıssanın hatırlatılması bir taraftan Hz. Peygamber’i ve müminleri motive ederken, diğer taraftan da inanca karşı mücadele eden kâfirlere gözdağı vermeyi amaçlamaktadır. Bu tehdit, Hz. Peygamber dönemindeki hak karşıtı zâlimlere yönelik olmayla başlamıştır ve kıyâmete kadar yaşanacak hak – bâtıl mücadelesinde de mesajını devam ettirecektir.
  1. c) Firavun’un Azgınlığı ve Âkıbeti
Yüce Allah, Firavun’u ve Hz. Mûsâ’yı bu sûrede niçin hatırlattığını beyan etmek üzere, onun peygambere karşı takındığı tavrı ve bunun sonucunda nasıl bir muameleyi hak ettiğini bildirmektedir.
ı. Firavun Hz. Mûsâ’ya Karşı Gelmişti
فَعَصٰى فِرْعَوْنُ الرَّسُولَ “Buna rağmen, Firavun o peygambere karşı gelmişti.” Âyetteki عَصٰى ‘asâ fiili “isyan etmek, karşı gelmek” demektir.
  1. a) Yüce Allah Firavun’un ilâhî öğretilere karşı takındığı tavrı “isyan etmek” fiiliyle ifade etmektedir. Sonunda tevbe ile düzeltilmeyen isyan azgınlığın son noktasıdır. Bu itibarla Yüce Allah bu sûrede Firavun’u isyankârlıkla nitelendirmekte, ancak herhangi bir detay vermemektedir. Onun isyanının nasıl gerçekleştiğiyle ilgili açıklamaları kısaca ve topluca Nâzi‘ât 79/21-24’te görmekteyiz. Firavun gerçeği yalanlamış ve isyan etmişti. Sonra hızla, tereddüt etmeden ve kararlı bir şekilde arkasını dönüp gitmişti. Yandaşlarını toplamış ve onlara şöyle seslenmişti: “Ben sizin rabbinizim, en büyük benim.”
İşte azgınlığın ve isyanın son noktası budur. Yüce Allah, ilâhlık iddiasında bulunan Firavun’u Mekkeli müşriklere örnek göstererek, onların sahip olduğu şirk inancının da ilâhî iradeyi benzer şekilde rahatsız ettiğini kendilerine haber vermektedir. İlâhlık iddiası ile şirk, sonuçta tevhidin hiçbir şekilde kabul edemeyeceği bir bozukluktur. Bu itibarla muhatapların bu noktada istikametten ayrılmamaları gerektiği, aksi takdirde yaşanacak şeylerin sonuç olarak birbirinden farklı olmayacağı beyan edilmiş olmaktadır.
  1. b) Âyette er-rasûl kelimesinin kullanılıp Hz. Mûsâ’nın isminin zikredilmemesinin çok önemli bir nedeni olmalıdır: Bir peygambere karşı çıkmak, bütün peygamberlere karşı çıkmak demektir. Hz. Mûsâ’ya inanmayan birinin Hz. Muhammed’e inanmayan birinden farkı yoktur. Bunun tersi de doğrudur: Hz. Muhammed’e inanmayanın Hz. Mûsâ’ya imanının bir anlamı yoktur. Peygamber isminin değil de rasûl kelimesinin tercih edilmesi, mesajı evrensele dönüştürmek amacına yöneliktir. Peygambere itaat Allah’a itaat olduğu gibi,[125] peygambere isyan da Allah’a isyandır. Bu nedenle muhatapların risalet konusunda son derece dikkatli olması gerekir.
ıı. Şiddetli Bir Şekilde Enselenmişti
فَاَخَذْنَاهُ اَخْذًا وَب۪يلًا “Biz de onu kahredici bir şekilde kıskıvrak yakalamıştık.” Âyetteki اَخَذْنَا / اَخْذًاahaznâ/ahz kelimeleri “yakalamak, ele geçirmek”, وَب۪يلًا vebîl sözcüğü ise “fena halde, kahredici bir şekilde” demektir.
Firavun, azgınlık ve isyanının karşılığında Yüce Allah tarafından şiddetli ve kahredici bir şekilde yakalanmış, Nâzi‘ât 79/25’te de belirtildiği gibi hem dünyada hem de âhirette perişan edilmiştir. Yüce Allah A‘râf 7/137’de Firavun ve avenesinin yapıp yücelttiği ne varsa hepsini yerle bir etmiş, tarihe gömmüştür.
Yıllarca sürecek kuraklığa ve ürün kıtlığına mahkûm edilmişler;[126] tufan, çekirge, kurbağa sürüleri, zararlı böcekler ve kan kırmızı su kendilerine sıkıntı olarak verilmiş; böylece varlıktan darlığa düşmenin derin yarasını kalplerinde hissetmiş, hayatlarında da yaşamak zorunda kalmışlardı.[127] Köleleştirdiği insanlara iktidarını kaptırması ve kendisine gerçeklerin hatırlatılması, sabah akşam onu ve avanesini âdeta ateşe sokan bir yürek hasretine dönüşmüştü.[128] Kıyâmet Günü de kavminin önüne düşüp onları ateşe sürükleyecektir.[129] Anlaşılan o ki Firavun ve adamları hem bu dünyada lanete uğramışlardı; hem de Kıyâmet Gününde lanete takılmış olacaklardır.[130]
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin bu cümlesi, Firavun’u örnek almanın sonunu bildirmektedir. Mekkeli müşrik ileri gelenlerin Hz. Peygamber’e karşı takınacakları olumsuz ve düşmanca tavır onları perişanlığa itecektir. Hem onlar hem de kıyâmete kadar yaşayacak bütün inkârcılar vahyin karşısında düşmanlık yapmanın ne demek olduğunu bilsinler diye Yüce Allah bu ifadeleri bizlere hatırlatmaktadır. Sonuç olarak ifade edelim ki, vahye karşı düşmanlık yapanlar, yani bir anlamda firavunlaşanlar, onun âkıbetini paylaşmayı göze aldıklarını da bilmelidirler.
  1. d) Kıyâmetin Dehşeti
Yüce Allah, inkârın sonunu daha iyi kavratmak ve inkârcılara bir anlamda gözdağı vermek için, önemine binaen kıyâmete tekrar dikkat çekmekte ve vaadinin mutlaka gerçekleşeceğini beyan etmektedir.
ı. Çocukları Yaşlandıran Gün Kıyâmettir
فَكَيْفَ تَتَّقُونَ اِنْ كَفَرْتُمْ يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ ش۪يبًاۗ “Eğer çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günü inkâr ederseniz, nasıl korunabileceksiniz ki!” Âyetteki كَيْفَ keyfe edatı “nasıl”, تَتَّقُونَ tettekuune fiili “korunmak”, كَفَرْتُمْ kefertüm fiili “inkâr etmek”, يَوْمًا yevm kelimesi “gün, Kıyâmet Günü”, يَجْعَلُ yec‘alü fiili “kılmak, yapmak, dönüştürmek”,الْوِلْدَانَ el-vildân kelimesi “çocuk”, ش۪يبًاۗ şîbsözcüğü ise “yaşlı, ak saçlı, ihtiyar” demektir.
  1. a) Âyetin başındaki كَيْفَ keyfe aslında soru edatı olmasına rağmen, burada herhangi bir soru sorulmadığını düşünmekteyiz. Kıyâmeti ve dolayısıyla mahşeri inkâr edenlerin o günün dehşetinden korunamayacakları kendilerine hatırlatılmakta, söz konusu edat ile inkârcılar kınanıp ayıplanmaktadırlar. Bu nedenle, ilgili ifadeyi “Nasıl korunabileceksiniz bakalım!”, “Nasıl, korunabilecek mişsiniz ki!” şeklinde anlamlandırmanın daha doğru olduğu kanaatindeyiz.
  2. b) Bu arada “korunmak” anlamı verdiğimiz تَتَّقُونَ tettekuune fiili de özellikle bu gibi âyetlerde asıl anlamını vermektedir. Çünkü konu, inkârcı kişilerin azaptan veya kıyâmetten ya da mahşerin dehşetli yapısından korunması ile ilgilidir. Bu nedenle, söz konusu fiile bu âyette “korunmak” anlamını vermeyi daha doğru bulduk. Bu fiil veya bu kökten gelen kelimeler için genellikle tercih ettiğimiz “duyarlı olmak, sorumluluğunu bilmek, sorumlu davranmak” anlamının bu içerikte uygun olmadığını da bu vesileyle söylemek durumundayız.
  3. c) İmam Ferrâ ve Vâhıdî gibi bazı âlimler âyetteki اِنْ كَفَرْتُمْ in kefertüm “inkâr ederseniz” ifadesinin aslında cümlenin sonunda da okunabileceğini, burada bir “takdim ve tehir”in bulunduğunu belirtmişlerdir.[131] Takdim ve tehir, özel bir anlam elde etmek için zorunlu olarak âyetin dizilişinde kelimelerin yer değiştirmesi anlamına gelmektedir. Bu takdirde âyetin anlamı şöyle olur: “Eğer inkâr ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günden kendinizi nasıl koruyacaksınız!”
Esasında bu tercihe gerek olmadığını düşünmekteyiz. Çünkü mevcut sıralamada bunu gerektirecek bir zorunluluk yoktur; âyetin bu dizilişinde de aynı anlam zaten mevcuttur. Buna göre اِنْ كَفَرْتُمْ in kefertüm “inkâr ederseniz” ifadesi, kendisinden sonrakiيَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ ش۪يبًاۗ “Çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o gün” cümlesiyle ilgilidir ve inkârın Kıyâmet Günü veya mahşer ile ilgili olduğunu ortaya koymaktadır. Mekkeli müşriklerin asıl sorunu kıyâmete ve âhirete inanmamaları idi; dolayısıyla verilen mesaj tam da bunu ortaya koymaktadır. Büyük zorunluluklar olmadıkça âyetleri mevcut haliyle anlamlandırmaya çalışmak daha doğru bir metottur.
Âyetlerin ve içeriklerinin dizilişi “tevkîfî”dir; yani Hz. Cebrâîl’in öğretisi ile vahye dayalı olarak şekillendirilmiştir. Bu özelliğe halel getirecek yaklaşımlardan özenle kaçınmak gerektiğini düşündüğümüz için tercihimizi mealdeki gibi belirledik. Eğer “takdim ve tehir” gibi değişikliklerin kapısı aralanırsa, o zaman hiç kimse bunun nerede duracağını kestiremez; her türlü istismarın da önü açılmış olur.
  1. d) يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ ش۪يبًاۗ “Çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o gün.” Yüce Allah Firavun örneğini vererek Mekkelilerin düşmanca tutumlarına son vermelerini istedikten sonra, bu defa konuyu yeniden kıyâmetin korkunç yapısına getirmekte ve çok ilginç bir ifadeye yer vermektedir. “Çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o gün” ifadesi, hakikat anlamında olmasa gerektir. Çünkü Kur’ân öğretilerine göre çocuklar sorumlu değildir; meselenin şiddeti onları hedef almamalıdır. “Nasıl korunacaklar?” sorusunda da muhatapların çocuklar olmadığı açıktır. Çocukların imanı da inkârı da herhangi bir sonuç doğurmaz. Bunun için maksadın onlar olmadığını anlamakta bir sorun yoktur. Kaldı ki âyetteki mesajın inkârcılara yönelik bir tehdit olduğunu düşündüğümüzde çocukların bu tehdidi hak edecek bir durumlarının olmadığı da herkesin kabul edeceği bir gerçektir. O halde bu âyeti nasıl anlamak gerekir?
  2. e) Söz konusu cümle, “korkunç olaylarla geçen gün” için mecazî bir kullanımdır. Râzî bunun bir teşbih olduğunu belirtmiştir. Bizce de bu ifadenin anlamı, bir taraftan kıyâmet veya mahşerin şiddetini ve dehşetini ortaya koymaktır; diğer taraftan da onu inkâr edenleri uyarmak ve kendilerine bir gözdağı vermektir. Kıyâmetin insan üzerindeki etkisinden söz edilirken, her emziklinin emzirdiğini unutacağı, hamilelerin yavrularını düşüreceği ve sarhoş olmamalarına rağmen insanların sarhoş bir hale geleceği haber verilmektedir.[132] Yüce Allah’ın diledikleri hariç, Kıyâmet Günü göklerde ve yerde bulunan herkesin dehşete kapılacağı ve düşüp bayılacağı beyan edilmektedir.[133] Ayrıca o gün zâlimlerin gözlerinin yuvalarından fırlayıp bir noktada donakalacağı, başlarının enseye yıkılacağı ve gözlerinin yuvalarına geri dönemeyip donuklaşacağı bildirilmektedir.[134]
Sayısını daha da artırabileceğimiz pek çok âyette verilen bilgiler kıyâmetin dehşetini ortaya koymakta ve olayın şiddetinin çeşitli boyutlarını insanlara hatırlatmaktadır. Buradan hareketle Kıyâmet Gününün ne kadar korkunç olduğu ve insanı ne kadar derinden etkileyeceği az çok anlaşılabilmektedir.
  1. f) Bütünüyle sûre veya yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyetler öncelikle indirildiği dönemdeki inkârcıları muhatap almaktadır. Yani tehdit onlara yöneliktir. O halde âyeti Mekke müşriklerini ve kıyâmeti birlikte nasıl anlayacağız? Muhtemel anlamlar şöyledir:
  2. Öncelikle belirtelim ki, bu ifade ilk muhatapların ölümlerinin derin sıkıntılar içerisinde gerçekleşeceğini, ölürken kıyâmete benzer bir şiddeti yaşayacaklarını ifade etmiş olabilir.
  3. Ayrıca âyetteki mesajın bütün zamanların inkârcılarına yönelik bir uyarı olduğu da bir gerçektir. Bu nedenle, mesajın Kıyâmet Günü yaşayacak inkârcılara yönelik bir bildirim içerdiğini de söyleyebiliriz.
  4. Bu iki ihtimalin dışında, yukarıda da aktardığımız üzere bir de, kıyâmet esnasında Allah’ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde bulunan herkesin dehşete kapılacağı ve düşüp bayılacağı, Kur’ân’da beyan edilmektedir. Böyle olunca, sözü edilen Mekkeli inkârcı ilk muhatapların ruhlarının da bundan etkileneceğinde hiç şüphe yoktur.
ıı. Gök Yarılacak ve Allah’ın Vaadi Gerçekleşecektir
اَلسَّمَآءُ مُنْفَطِرٌ بِه۪ۜ كَانَ وَعْدُهُ مَفْعُولًا “Gökyüzü o gün nedeniyle yarılacaktır. (Böylece) O’nun vaadi de gerçekleşmiş olacaktır.” Âyetteki اَلسَّمَآءُ es-semâ’ “gök, gökyüzü”, مُنْفَطِرٌ münfetır “yarılmak, açılmak”, وَعْدُهُ va‘dühû “Allah’ın vaadi, O’nun azap sözü”, مَفْعُولًا mef‘ûlâ ise “yerine getirilmek” demektir.
a)اَلسَّمَآءُ مُنْفَطِرٌ بِه۪ۜ “Gökyüzü o gün nedeniyle yarılacaktır.” Bu âyeti, bir önceki âyetle konu birlikteliğine sahip olarak veya birbirinin devamı olarak, Kıyâmetin dehşetiyle ilişkilendirmemiz mümkündür. Buna göre, âyeti “o gün nedeniyle göğün yarılması, dürülüp varlığını dönüştürmesi ve kıyâmetin kopacağına dair Yüce Allah’ın sözünün gerçekleşmesi” şeklinde anlayabiliriz.
Âyetteki مُنْفَطِرٌ münfetır kelimesini “çekirdeğin yarılması” anlamından hareketle “sistemin programlandığı üzere yeniden inşası” şeklinde de anlayabiliriz. Böyle olunca mesajı kıyâmetle değil, mahşerle ilişkilendirmiş oluruz. Sonuçta elbette mahşer kıyâmetin bir sonucudur; hatta kıyâmet, mahşerin kurulmasının ilk aşamasıdır.
Sûrenin ilk muhataplarının mahşerle ve diriltilme ile ilgili inkârcılıkları göz önüne alındığında, bu âyetteki mesajı mahşerle ilişkilendirmenin daha doğru olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle âyetin mesajına biraz daha yakından bakmak istiyoruz.
  1. İnfitaar Nedir?
İnfitaar sûresinin ilk âyetinde de geniş bir şekilde ele aldığımız üzere,[135] bu âyetteki السَّمَآءُ es-semâ’ kelimesi, kök olarak “yükseklik, her şeyin tavanı, üstü” anlamındaki s-m-v/es-sümüvv’den türetilmiştir.[136] “Bir şeyi uzunlamasına yarmak, yaratmak” vs. anlamlarına gelen fetara kökünden türetilen انْفَطَرَ infetara fiili, “yarılmak” demektir. Bu kelime “ıslâh”, yani yapım için kullanıldığı gibi, “fesâd”, yani yıkım için de kullanılır.[137] Üç harfli fiil olarak fetara şeklinde “yoktan var etmek” anlamında Yüce Allah’a nispet edildiği gibi,[138] fâtır şeklinde “Göklerin ve yerin yaratıcısı” anlamında yine Yüce Allah’ın sıfatı olarak da kullanılmaktadır.[139]
انْفَطَرَinfetara ve dolayısıyla مُنْفَطِرٌ münfetır kalıbı, Arapçada “mutâva‘at” diye isimlendirilir ve “etki altında kalmak, bir şeyi kabullenmek” gibi bir anlam verir. Bu kelime Müzzemmil 73/18 ve İnfitaar 82/1’de “başka bir güç tarafından yarılmak zorunda bırakılmak” demektir. Özellikle kıyâmet ve mahşerle ilgili anlatımlarda bu kullanım tekniğine Kur’ân’da sıklıkla yer verilir. Bu ifadelerin seçilme sebebi de olayın önemidir. Çünkü olayı gerçekleştiren varlık öylesine açıktır ve bilinmektedir ki, artık onu her defasında bir daha zikretmeye gerek kalmamaktadır.
Âhiretin inşası için fetara kelimesinin kullanılması manidardır. Nitekim kelimenin “bir şeye yeniden fıtrat kazandırmak” anlamı gözetildiğinde şunu söyleyebiliriz: Hem İnfitaar 82/1’deki infetarat fiili, hem de Müzzemmil 73/18’deki münfetırkelimesi, göklerin yok olması değil, yeniden inşası anlamında değerlendirilmelidir; bu son derece doğru ve delile sahip bir bakış açısıdır.[140] Demek ki İnfitaar yaratıklara Yüce Allah’ın yerleştirdiği fıtratın dışa vurumudur.
  1. Fıtratı Nasıl Anlamalıyız?
Tâhâ 20/50 ve A‘lâ 87/3’te ifade edildiği üzere, Yüce Allah her şeye hidayetini vermiştir. Varlıklara hidayetlerinin verilmesi, yaratılış amaçlarına uygun olarak programlanmaları demektir. Suyun, kuşun, yağmurun, bulutun, güneşin, ayın, yıldızların, ağaçların, bitkilerin, yeryüzünün, göklerin vs. bütün varlıkların hidayeti, yaratıldıkları amaç doğrultusunda farklıdır. İnfitaarile aynı kökten gelen fıtrat, “Yüce Allah’ın insanın yaratılışına yerleştirdiği tevhîd çizgisinde iman sahibi olabilmesi yeteneği”dir.[141] Fıtrata uygun davranmak, insanın yaratılışına yerleştirilen potansiyelin iradeli olarak dışa vurulması eylemidir.
İnsanlar Yüce Allah’ın Rab’lığını, yani sahipliğini bilecek şekilde yaratılmıştır. Esasında “Elest” denen sözleşme de bu programın, yaratılış sürecinde her insan için mecaz yoluyla ifade edilmesinden ibarettir.[142] Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur: “Her doğan fıtrat üzere doğar…”[143] Hz. Peygamber’in vurguladığı husus, yaratılıştaki ilâhî programın kusursuzluğudur. İnsanlar doğarken bu ilâhî kodlamayla doğarlar; daha sonra kendi iradeleri veya başkalarının yönlendirmesiyle başka yolları tercih ederler.Hz. Peygamber
  1. Göğün Yarılması Ne Demektir?
Müzzemmil 73/18, İnfitaar 82/1 ve İnşikaak 84/1 gibi âyetlerde dile getirilen “göğün yarılması”, genellikle sistemin yıkılması anlamında yorumlanmıştır.[144] Oysa -ister inşikaak kelimesiyle, isterse İnfitaar kelimesiyle olsun- göğün yarılması, kıyâmetin peşi sıra sistemin yeniden kurulmasının ilk aşamasıdır. Bu yarılmada öncelikle gökyüzü, yani uzay göz alıcı bir kırmızılığa bürünecek,[145] çok güçlü bir şekilde bina edilen[146] ve benzersiz bir dengeye sahip kılınan gök[147] bütün direncini kaybedecektir.[148] Gökler açılıp kapıları olan bir görüntüye sahip kılınacak,[149] mevcut gizemli yapı bir anlamda bu özelliğini kaybedip, herkesin görebileceği şekilde ortaya serilecektir.[150] O gün gökyüzü, bulutlarıyla birlikte parçalanacaktır.[151] Yani uzayın varlığı bütün halinde değişime tâbi tutulacaktır. Kıyâmette, sadece gök ve bulutlar değil, yeryüzü de çok hızlı bir şekilde yarılacaktır.[152] Benzer şekilde Ay da aynı sonu yaşayacaktır.[153]
İnşikaak 84/1’de geçen, göğün ve yerin yarılması, sahip oldukları sistemi kaybetmeleri demektir. Hiç şüphe yok ki bu bir yok oluş değil, yeni bir başlangıcın ilk aşamasıdır. Enbiyâ 21/104’te dile getirilen “göğün kâğıt tomarlarının dürülmesi gibi dürülmesi” ve peşinden “ilk yaratılışta olduğu gibi yaratılışın iade edilmesi”, âhirette yeni bir sistemin kurulacağının açık ifadesidir. Rûm 30/26-27’de, göklerin ve varlıkların yaratılışından, yaratılışın tekrarından ve ikinci yaratmanın ilkine göre çok daha kolay olacağından söz edilmektedir. Ayrıca Tekvîr 81/1-6’da güneşin dürülmesi gibi olaylar bu sistemin yıkılışını ifade ederken, hem İbrâhim 14/48, hem Tekvîr 81/11, hem İnfitaar 82/1-4, hem de İnşikaak 84/1-5’te bu sistemin yeniden inşa edileceği ve âhiret şartlarına göre yeni bir düzenin kurulacağı ifade edilmektedir. Üstelik bu yeni oluşum, Kur’ân’ın açık ifadeleriyle yine bu toprakta ve uzayda,[154] ancak değişim geçirmiş bir halde gerçekleştirilecektir.
Taarık 86/11’de dile getirilen “dönüş sahibi gök” ifadesi ile bu dönüşümün amaçlandığı da söylenebilir. Bununla, göğün ve cisimlerinin kıyâmette parçalanıp mahşer için yeniden bir var oluş sürecine girmesi kastedilmiş olabilir.[155]
Anlaşılan o ki, kıyâmet bir yok oluş değil, bir sistem değişikliğidir. Bu anlamda İnfitaar ve münfetır kelimeleri, sanıldığının aksine, parçalanıp yok olmayı değil, özünde potansiyel olarak var kılınan bir yapının tıpkı çekirdeğin yarılması gibi yeniden hayat sahnesine çıkartılmasıdır. İşte yorumunu yapmakta olduğumuz Müzzemmil 18’deki İnfitaar da muhtemelen bu hakikatin değişik bir ifadesidir.
  1. b) كَانَ وَعْدُهُ مَفْعُولًا “O’nun vaadi gerçekleşmiş olacaktır.” Âyetin sonundaki bu ifade, yeniden yapılanmanın mutlak surette gerçekleşeceğini göstermektedir. Yüce Allah geleceğe yönelik bir olay hakkında bazen geçmiş zaman kalıbı kullanmaktadır ki bu bir Kur’ân üslubudur. Özellikle kıyâmet ve mahşer konularında göze çarpan bu üslubun tercih edilme sebebi, olayın meydana gelmesinde herhangi bir tereddüdün kesinlikle söz konusu olmamasıdır. Gerçekleşmesi kesin olan bir olayı olmuş gibi ifade etmek, muhtemel karşı çıkışların önünü kesmeyi amaçlamaktadır.
  2. e) Öğüt Alma – İrade İlişkisi
Yüce Allah, öncelikle sûrenin 11. âyetinden itibaren ele aldığı konuların ve sonrasında Hz. Peygamber’e indirdiği bütün ilâhî öğretilerin aslında birer öğüt olduğunu beyan etmektedir. Ardından da bunların asıl hedefinin kişileri istikamete sokmak olduğunu hatırlatmaktadır.
Bu konu, İnsân 76/26-29’da çok daha geniş bir şekilde ele alınmaktadır. Orada, “Kur’ân’ın öğüt oluşu, Rabbe giden yolun tutulması, Allah’ın dilemesi, kulun istemesi, rahmete ulaşmak ve zulmü tercih etmek, azaba muhatap olmak” gibi konular aynı pasajda yer aldığı için, konuyla ilgili detaylı açıklamalarımızı İnsân sûresinin söz konusu âyetlerinde yapacağız. Bu âyette ise kısa hatırlatmalarla yetineceğiz.
ı. Bütün İlâhî Öğretiler Birer Öğüttür
اِنَّ هٰذِه۪ تَذْكِرَةٌۚ “Muhakkak ki işte bütün bunlar bir öğüttür.” Âyetteki هٰذِه۪ hâzihî işaret ismi “bunlar, bu öğütler, vahyin hakikatleri”, تَذْكِرَةٌ tezkira ise öğüt” demektir.
Bu âyette sözü edilen şeyler kıyâmet ve mahşerin dehşetiyle ilgili bilgilendirmelerdir. هٰذِه۪ hâzihî işaret ismi bu anlamda değerlendirilmelidir. Ancak kapsamı daha geniş tutup mesajı evrensele taşımak için maksadı bütünüyle vahiy ile ilişkilendirmek de mümkündür.
* Kur’ân’ın Tezkira Oluşu
Daha önce çeşitli âyetlerin tefsirinde de ifade ettiğimiz üzere, Kur’ân’ın isimlerinden biri de “öğüt ve hatırlatma” anlamında zikrzikrâ veya tezkiradır.[156]
Kur’ân’ın zikr veya tezkira, yani “öğüt ve hatırlatma” oluşu, onun daha önce insana bildirilmiş olmasını gerektirir. Nitekim insanlara bir şeyleri hatırlatmak demek, onların daha önceden haberdar edilmişliği demektir. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Vahyin hatırlatıcılığı, onun fıtrata uygun gerçekler içermesi demektir. Fıtrat, yaratılışta insanı Yüce Allah’ın şekillendirdiği ilâhî programın adıdır. Bütün değerler, fıtrata ilmek ilmek işlenmiştir. İnsandan istenen de buna uygun tercihler ve tavırlar ortaya koyması, bir anlamda fıtratıyla ters düşmemesidir. Fıtrata işlenen “Allah’ı tek ilâh olarak tanıma” imzası, Kur’ân’ın sunduğu hatırlatmaları fıtratın hiçbir şekilde yadırgamayacağını ortaya koymaktadır. İnsan, daha önce aşina olduğu şeyleri duyunca onları hatırlar ve zihninde herhangi bir çelişki ile karşılaşmaz.
Bu itibarla, “zikir” ile “fıtrat” uyumu son derece önemlidir. Mutlak inkârcılar hariç olmak üzere, eğer sunulan ilâhî bildirimler karşı taraftan red cevabı alıyorsa, bilinmelidir ki ya yapılan sunumda bir yanlışlık vardır, ya da ilâhî prensipleri doğru anlamada bir sorun yaşanmaktadır. İlâhî prensiplerin yer aldığı Kur’ân’ı Yüce Allah’ın bir kitabı, insanı ve onun fıtratını da diğer bir kitabı olarak kabul ettiğimize göre, bütünüyle iki kitabın ve parça parça âyetlerinin birbiriyle çelişmesi kesinlikle mümkün değildir.
ıı. Dileyen Kişi Rabbine Giden Yolu Bulur
فَمَنْ شَآءَ اتَّخَذَ اِلٰى رَبِّه۪ سَب۪يلًا۟ “Artık, kim dilerse Rabbine bir yol tutar.” Âyetteki شَآءَ şâe fiili “dilemek”, اتَّخَذَ ittehaze fiili “edinmek, tutmak, takip etmek”, سَب۪يلًا sebîl kelimesi ise “yol” demektir.
Âyetin bu ikinci cümlesini “Artık, kim dilerse Rabbine giden bu yolu tutsun” şeklinde de tercüme etmek mümkündür. Bu âyetin ilk cümlesinde Yüce Allah yaptığı bilgilendirmelerin bir tür hatırlatma olduğuna dikkatleri çekmektedir. Artık bilgilendirme ve uyarılar yapıldığına göre, geriye insanın iradesini bu yola yönlendirmesi kalmaktadır. İşte bu âyette Yüce Allah, dileyen herkesin Rabbine giden yolu tutabileceğini bildirerek, herkesten bu yolu tutmasını istemektedir.
Genelde bütün konular, bu sûre özelinde kıyâmet, âhiret ve mahşerle ilgili olanlar birer öğüttür, hatırlatmadır. İşte bu öğütten kimlerin yararlanabileceği konusunda verilen cevaplardan birisi bu âyette yer almaktadır: “Kim dilerse, Rabbine bir yol tutar.” Demek ki istikamet için dilemek gerekiyor. Tekvîr 81/28’e göre Kur’ân “İçinizden doğru yolda gitmek isteyenler için (bir öğüttür).” İşte bu ifade Kur’ân’ın öğüt oluşundan kimlerin yararlanacağını ortaya koymaktadır.
Hidâyet vermek ve doğru yolu göstermek sadece Yüce Allah’a aittir.[157] Gösterilen bu yolu tercih etmek ise insana bırakılmıştır.[158] Bu noktada Hz. Peygamber bile devreye girememekte ve kişi istemediği sürece sevdiğini dahi hidayete erdirememektedir.[159] Kur’ân’da, hidayeti kulun istemesi gerektiği[160] ve hidayetin isteyene verileceği açıkça beyan edilmekte, bunun şansa bırakılacak herhangi bir yönünden söz edilmemektedir. Yüce Allah isteyene hidayet verir; isteyeni de sapıklıkta terk eder.[161] Peygamberin (as) yapabileceği şey, Yüce Allah’ın da çağırdığı gibi[162] Allah’ın yolunu göstermek ve ona davet etmektir.[163] İman edene[164] ve Hakk’a yönelene hidayet edilir.[165] Çünkü Fâtiha 1/6’da olduğu gibi, hidayet bir isteğin sonucudur.[166]

  1. ÂYET:
اِنَّ رَبَّكَ يَعْلَمُ اَنَّكَ تَقُومُ اَدْنٰى مِنْ ثُلُثَيِ الَّيْلِ وَنِصْفَهُ وَثُلُثَهُ وَطَآئِفَةٌ مِنَ الَّذ۪ينَ مَعَكَۜ وَاللّٰهُ يُقَدِّرُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَۜ عَلِمَ اَنْ لَنْ تُحْصُوهُ فَتَابَ عَلَيْكُمْ فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْاٰنِۜ عَلِمَ اَنْ سَيَكُونُ مِنْكُمْ مَرْضٰىۙ وَاٰخَرُونَ يَضْرِبُونَ فِي الْاَرْضِ يَبْتَغُونَ مِنْ فَضْلِ اللّٰهِۙ وَاٰخَرُونَ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۘ فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنْهُۙ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاَقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًاۜ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِ هُوَ خَيْرًا وَاَعْظَمَ اَجْرًاۜ وَاسْتَغْفِرُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿20﴾
20. Rabbin, senin ve beraberinde bulunanların gecenin üçte ikisinden daha az bir kısmında, yarısında ve üçte birinde ayakta olduğunu elbette biliyor. Gece ve gündüzü ölçüye kavuşturan Allah’tır. O, sizin bunu (tam anlamıyla) sayamayacağınızı bildiği için tevbenizi kabul etmiştir. O halde, zaten kolay olan Kur’an’ı kıraat edin. İçinizde hastalar bulunacağını, bir kısmının Allah’ın lütfundan (rızık) aramak üzere yeryüzünde sefere çıkacağını, diğer bir kısmının da Allah yolunda savaşacağını Allah bilmektedir. O halde, (mümkün olan her durumda) zaten kolay olan Kur’ân’ı kıraat edin. Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a gönül hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu, hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere bulursunuz. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.”
Sûrenin bu son âyeti, önceki 19 âyete göre çok daha uzundur ve içerik olarak da oldukça farklıdır. Âlimlerimizin bir bölümü bu âyetin daha sonraki dönemlerde indirildiğini benimsemiştir. Bu yaklaşım gereği bu zaman aralığı bazılarına göre 1 yıl, bazılarına göre 10 yıl, Hz. Ayşe’ye göre ise 8 aydır. Diğer bazıları ise âyetin Medine’de indirildiğini ifade etmişlerdir. Bunların gerekçesi ise âyette yer alan “Allah yolunda savaşacaklar” ifadesidir. Hâlbuki söz konusu cümlelerin başındaki سَيَكُونُ seyekûnü “ileride olacak, meydana gelecek” ifadesinde “gelecek zaman” anlamı veren sîn edatı bulunmaktadır. Dolayısıyla bu âyetin mucizevî bir şekilde gelecek döneme ait bir bildirimde bulunduğu açıktır. Âyetin üslubu ve ele aldığı konular itibariyle, ilk grup âyetten daha sonra indirildiğinde şüphe yoktur; ancak bunun Medine dönemine kadar uzatılması da ikna edicilikten uzaktır.
  1. a) Gece Kalkış ve Kur’ân Kıraati
Yüce Allah, bu âyetin ilk bölümünde sûrenin ilk âyetlerindeki “geceleyin kalkıp Kur’ân okumak” emrini yeniden gündeme getirmekte ve bunu başta Hz. Peygamber olmak üzere müminlerin yerine getirdiğini bildiğini belirtmektedir. Bu arada bazı eksikliklerin de olabileceğini beyanla, Kur’ân okumaya devam emrini yinelemektedir.
ı. Yüce Allah Geceleri Üç Kez Kalkanları Bilmektedir
اِنَّ رَبَّكَ يَعْلَمُ اَنَّكَ تَقُومُ اَدْنٰى مِنْ ثُلُثَيِ الَّيْلِ وَنِصْفَهُ وَثُلُثَهُ وَطَآئِفَةٌ مِنَ الَّذ۪ينَ مَعَكَۜ “Rabbin, senin ve beraberinde bulunanların gecenin üçte ikisinden daha az bir kısmında, yarısında ve üçte birinde ayakta olduğunu elbette biliyor.” Âyetteki تَقُومُ tekuumü fiili “ayakta olmak”, اَدْنٰى ednâ kelimesi “yakın, daha az”, ثُلُثَيِ sülüsey sözcüğü “üçte ikisi”, نِصْفَ nısf kelimesi “yarısı”, ثُلُثَ sülüs sözcüğü “üçte bir”, طَآئِفَةٌ tâife kelimesi “grup, insanlar” ve مَعَكَ me‘ake ise “seninle” demektir.
Yüce Allah, âyetin bu ilk cümlesinde, sûrenin başındaki “geceleyin üç kez kalkmak” şeklindeki emriyle ilgili olarak gecenin üç vaktine dikkat çekmektedir. Bunlar, gecenin üçte ikisinden daha az bir vakti, yarısı ve üçte biridir.
  1. a) Âlimlerimiz özellikle âyetteki اَدْنٰى ednâ kelimesinin cümledeki konumunu tartışmışlardır. Bir kısım âlimimize göre Hz. Peygamber ve beraberindeki müminler gecenin üçte ikisinden, yarısından ve üçte birinden azını ayakta geçirmekteydiler. Bu tercihte ednâ kelimesi, “azını” anlamını vermekte ve kendisinden sonra gelen üç zaman ifadesini de ilgilendirmektedir. Buna göre نِصْف nısf ile ثُلُث sülüs kelimeleri kesra “esre” okunarak başlarındaki vâv edatı ثُلُثَيِ sülüsey kelimesine bağlı kabul edilmektedir.[167]
Buna göre gecenin üçte ikisinden azını ayakta geçirmek, yarısının ve üçte birinin azını ayakta geçirmekle çelişmektedir. Çünkü bir kişi bir gecede bu üçünü bir arada yaşayamaz; bu mümkün değildir. Bu nedenle zorunlu olarak, âyette kastedilenin bir seçenek sunmak olduğunu ifade etmişlerdir. Bazen gecenin üçte ikisinden azını, bazen yarısından azını, bazen de üçte birinden azını ayakta geçirdikleri sonucunu elde etmişlerdir.
  1. b) Âyetteki ednâ kelimesini “azında” anlamına alırsak bir sorun olmadığını görürüz. Çünkü gecenin üçte ikisinden azında, yarısında ve üçte birinde ayağa kalkmak bir gecede üç kez kalkmayı ifade eder ki bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur. Zaten sûrenin başındaki emirde yer alan ev edatlarının “ve” anlamına alınması gerektiğine dikkat çekerek, iki âyet grubu arasında herhangi bir anlam çelişkisinin bulunmadığını belirtmiştik. Biz bu sûrenin ilk âyetlerinde bir gecede üç defa kalkmanın emredildiğini, ancak kalkılınca ne kadar ayakta kalınacağına değinilmediğini düşünmekteyiz. İlk etapta zor gibi görünse de, alışılınca bu durumun hiç de zor olmadığı fark edilecektir.
Zaten Yüce Allah, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette başta Hz. Peygamber olmak üzere, emir kendilerine yönelik olmasa da, müminlerin bunu başardıklarını haber vermektedir. Demek ki Hz. Peygamber ve müminler sûrenin ilk âyetlerindeki emri “gecede üç kez kalkmak” şeklinde anlamış ve öyle uygulamışlardı. Zâriyât 51/17-18’de muttakîlerin özelliklerinden söz edilirken onların geceleyin çok az uyudukları ve sahurlarda bağışlanma dileğinde bulundukları beyan edilmektedir.
Ayrıca Secde 32/15’te de Yüce Allah’ın âyetlerine gerçekten inananların, âyetler kendilerine hatırlatıldığında saygıyla yere kapanıp boyun büktükleri ve kibir göstermeyerek Rablerine hamd ile O’nu tesbih ettikleri belirtilmektedir. Devamında 16. âyette bu kişilerin geceleri yataklarından ayrıldıkları, korku ve ümit içerisinde Rablerine yalvardıkları ifade edilmektedir. Demek ki İslâm inanışında geceleri hep uyumak değil, onu gerektiği kadar uyanıklıkla değerlendirmek diye bir yükümlülük vardır. İşte yorumunu yapmakta olduğumuz âyette hatırlatılan husus bu olsa gerektir.
  1. c) Bu arada وَطَآئِفَةٌ مِنَ الَّذ۪ينَ مَعَكَۜ ifadesindeki طَآئِفَةٌ tâife kelimesinin kimleri ifade ettiği de önemlidir. Buna göre genelde âlimlerimiz âyetteki مِن min edatına ba‘diyyet anlamı vermişler ve bazı müminlerin geceleyin Hz. Peygamber gibi davrandığını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşe göre, zaten sayıları az olan topluluktan bazı müminlerin bu uygulamayı terk ettikleri sonucu çıkar ki, biz ilk dönem sahâbîlerinde böyle bir istisnanın bulunduğu kanaatinde değiliz.
Hz. Peygamber’in gönül arkadaşları en ileri düzeyde fedakârlık yaparak, bu dinin günümüze kadar ulaşmasında çok büyük bir hizmet yapmışlardı. Daha sonraki dönemler için birtakım sıkıntılar meydana geldiğini zaten âyetteki hükmün hafifletilmesinden anlamaktayız. Ciddi mazeretler olduğu zaman insanların hüküm hafifletilmesinden yararlanabileceğini söylemeye bile gerek yoktur; bu zaten bir haktır.
Bu nedenle âyetteki طَآئِفَةٌ tâife kelimesinin o günkü bütün müminleri içerdiğini, مِن min edatının da “beyâniye” anlamını tercih ettiğimizi belirtmeliyiz. Râzî bu ifadeyi tefsir ederken, müminler içerisinden ayrı bir grup olarak değil de “senin geceleyin kalkan ashâbın” şeklinde ifadeler kullanmıştır.[168]
Böyle olunca, Hz. Peygamber’in dava arkadaşlarının tıpkı onun gibi fedakâr insanlar olduğunu, ona yönelik bir emri kendilerine de verilmiş kabul ederek gecelerini vahiy ile değerlendirdiklerini söylemek durumundayız. Onlar bu durumu çok ciddi bir şekilde uyguladıkları için övgüye mazhar olmuşlardır. Ancak bazı sıkıntıların ve mazeretlerin de devreye girebileceğinden hareketle Yüce Allah âyetin ileriki cümlelerinde bu hükmü hafiflettiğini beyan etmektedir. Hükmün hafifletilmesi demek, ilk emredildiğinde insanların onu en ileri düzeyde anlamış ve uygulamaya çalışmış olmaları demektir.
ıı. Yüce Allah Geceyi ve Gündüzü Takdir Edendir
وَاللّٰهُ يُقَدِّرُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَۜ “Gece ve gündüzü ölçüye kavuşturan Allah’tır.” Âyetteki يُقَدِّرُ yukaddiru fiili “takdir etmek, ölçüye kavuşturmak”, الَّيْلَ el-leyl kelimesi “gece”, النَّهَارَۜ en-nehâr sözcüğü ise “gündüz” demektir.
Yüce Allah gece ve gündüzün düzenini belirleyen, gece ile gündüzün saatlerini takdir eden, onları vasıtasız bir şekilde bilip belli bir düzene kavuşturan yegâne varlıktır. Bu takdir işleminde başka hiçbir varlığın hiçbir şekilde bir müdahalesi yoktur. Şimdilerde insanlar belli araçlarla gece ve gündüz hakkında oldukça ileri düzeyde bilgiye sahip olsalar da, sahip oldukları bilgilerin sistemini şekillendirenler kendileri değillerdir. Yani onlar belli ölçülerde ve çeşitli araçlar kullanarak, bazen yanılgı da içerecek şekilde bilgiye ulaşmış olabilirler; bunun yadırganacak bir tarafı elbette yoktur. Kaldı ki aklederek bilgiye ulaşmak bizâtihi Yüce Allah’ın müminlere emridir. Ancak ulaşılan bilgileri nihai bilgiler şeklinde anlamamak gerekir. Çünkü her bilenin üzerinde daha iyi bilen bir varlık vardır ki o da Yüce Allah’tır.[169]
Yüce Allah hem gece ve gündüzü yaratan, sistemini kuran ve işleyişi devam ettiren güçtür; hem de gece ve gündüzde olup biten her şeyi bütün ayrıntılarıyla bilen yegâne varlıktır. Ayrıca, içerisinde kalkmaya konu edilen gecenin bölümlerini iyiden iyiye belirleyen de sadece O’dur.
Ne zaman ne yapılması gerektiğinin kararını sadece Yüce Allah vermektedir. İşte âyette sözü edilen “Yüce Allah’ın tek takdir edici” olduğu ifadesi, bütün zamanları O’nun yarattığını göstermektedir. Ayrıca gece ve gündüz ölçeğinde zamanın nasıl değerlendirilmesi gerektiğini de yine sadece O belirleyebilir; bu konuda başkasının müdahale şansı ve hakkı yoktur.
ııı. Yüce Allah Mazeretleri Dikkate Alacaktır
عَلِمَ اَنْ لَنْ تُحْصُوهُ فَتَابَ عَلَيْكُمْ “O, sizin bunu (tam anlamıyla) sayamayacağınızı bildiği için tevbenizi kabul etmiştir.” Âyetteki عَلِمَ ‘alime fiili “bilmek”, تُحْصُوا tuhsuu fiili “saymak, itaat etmek, güç yetirmek”, تَابَ عَلَي tâbe ‘alâ ifadesi ise “tevbesini kabul etmek” demektir.
Yüce Allah, müminlerin gece kalkışlardaki dikkatlerini devam ettiremeyeceklerini bildiğini ve bu nedenle muhtemel hataları nedeniyle onları bağışlayacağını beyan etmektedir. Bu cümledeki لَنْ تُحْصُوهُ len tuhsuuhü fiili, müminlerin gece ve gündüzün her birinin zaman açısından parçalarını, yani istenen vakitlerin zamanlarını tam olarak belirleyemeyeceklerini, bir anlamda buna güçlerinin yetmeyeceğini ifade etmektedir.[170]
Mukaatil, müminlerin bu zamanı tam bilememek endişesiyle gece sabaha kadar namaz kıldıklarını, ayaklarının şiştiğini ve renklerinin değiştiğini nakletmektedir.[171] Güç yetirilemeyecek bir şeyin emredilmesi doğru olmadığı için, âlimlerimiz bunun zor bir şekilde yerine getirilmek anlamına geldiğini belirtmişlerdir.[172]
Kelimenin başındaki لَنْ len edatı, müminlerin bunu yapamadıklarını değil, ileride yapamayacaklarını ifade etmektedir. Gerekçe de âyetin devamında belirtildiği gibi hastalıklar, yolculuklar, rızık temini çalışmaları ve Allah yolunda savaş gibi çeşitli meşguliyetler olarak ifade edilmektedir. Buradan hareketle, bu âyetin sûrenin başındaki hükmü kaldırdığı şeklindeki kanaatleri doğru bulmadığımızı özellikle belirtmek istiyoruz.
Âyette sözü edilen husus, ileride yaşanacak bir kısım zorunlu meşguliyetlerle ilgilidir. Bu durumun, bazı insanların geceleri istenen ölçüde tam olarak ibadetle değerlendirememelerine neden olacağını haber vermektedir. Yüce Allah birtakım zorunluluklar nedeniyle gecelerini istenildiği şekilde değerlendiremeyenlere merhametiyle muamele edeceğini ve onların tevbelerini kabul edeceğini kendilerine bildirmektedir.
ıv. Kalkınca Yapılacak İş Kur’ân Kıraatidir
فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْاٰنِۜ “O halde, zaten kolay olan Kur’an’ı kıraat edin.” Âyettekiفَاقْرَؤُ۫ا fakraû emri “kıraat etmek, okumak”, تَيَسَّرَ teyessera fiili ise “kolay olan” demektir.
  1. a) Sûrenin bu son âyetinde artık gece kalkılmamasından söz edilmemektedir. Sadece geceleyin istenen kalkışlarda saatin tam tutturulamayabileceğine gönderme yapılarak, yine de Kur’ân kıraatine devam üzerinde durulmaktadır. Zaten sûrenin başında gece kalkılınca yapılması istenen şey, Kur’ân’ın tertîl üzere okunmasıdır. Durum böyle olunca, geceleri kalkmanın ideal bir duruş olduğu hükmü devam etmekte, ancak bazı zorunlu hallerde bunu tam anlamıyla başaramayanların da kalktıklarında Kur’ân kıraatine devam etmeleri kendilerinden istenmektedir.
Burada emredilen “kıraat” nedir? Bu konuda farklı değerlendirmeler yapılmaktadır:
  1. Gece kalkılınca yapılması istenen şeyin namaz kılmak olduğu, dolayısıyla âyetteki kıraatin de namazda Kur’ân okumak olduğu Semerkandî, Taberî, Râzî ve Kurtubî gibi âlimlerimiz tarafından beyan edilmektedir.[173]
Elbette namaz kılarken Kur’ân da okunmaktadır. Meseleye bu açıdan bakıldığında maksadı böyle anlayanlara hak verilebilir. Ancak sûrenin ilk âyetlerinde de olduğu gibi, gece kalkılınca yapılması istenen iş, Kur’ân üzerinde düşünmektir, zihin yormaktır, vahyi anlamaya ve onunla bütünleşmeye çalışmaktır. Bunu yaparken insanlar namaz da kılabilirler, bunda bir sakınca zaten yoktur, olamaz da.
Buradaki emri direkt olarak “namaz kılmak” şeklinde anlayınca, Kur’ân’da namazla ilgili diğer âyetlerle bu âyet arasında zaman ve vakit açısından farklılıklar olduğu için bu defa âyetlerin birbirini nesh ettiği sonucu kaçınılmaz olmaktadır. Âyetlerin birbiriyle zıt hükümler içermesi bir çeşit ihtilaf olduğu ve Kur’ân’da hiçbir şekilde ihtilaf bulunamayacağı Yüce Allah tarafından ilan edildiği için,[174] konuyu bu yöne çekmeyi doğru bulmamaktayız.
Esasında âyetin devam eden kısmında namaz kılmayla ilgili emir doğrudan وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ “Namazı kılınız” şeklinde yer almakta ve namazın önemi müminin gündemindeki yerini korumuş olmaktadır. Durum böyle olunca, söz konusu kıraat emrini namazdan farklı anlamanın gerekliliği ortaya çıkmış olmaktadır.
  1. Aynı âlimlerimiz tarafından âyetteki maksadın her gece 50 veya 100 âyet okumak olduğuna dair görüşler de nakledilmektedir. Hatta geceleri 100 âyet okuyanlarla Kur’ân’ın tartışmayacağı, onların kaanitînden yani “Allah’a boyun bükenlerden yazılacağı” belirtilmektedir.[175] Âlimlerimizin naklettiği bu görüş, âyetteki kelime kullanımına ve sûredeki konu bütünlüğüne çok daha uygundur. Çünkü bu sûrede vahyin gündeme taşınması ve hayatı inşa ediciliği temel konu olarak belirlenmektedir. Bu nedenle, âyetlerdeki kelimelerin kullanıldığı asıl anlamları öncelemek, mesajı daha iyi ve daha doğru anlamada son derece önemlidir.
Âyette sözü edilen kıraat eylemi, tilâvet ve tertîlden farklıdır. Sûrenin dördüncü âyetinde geniş bir şekilde ele aldığımız üzere, “kıraat” bir anlamda aklın ve zihnin okumasıdır, entelektüel bir eylemdir. Sanıldığı gibi Kur’ân’ı anlamadan okumak kıraat değildir, o bir çeşit tilavettir. Burada emredilen ise kıraattir, yani Kur’ân mesajları üzerinde uzun uzun düşünüp, onun hayata yansıtılması için gereken hassasiyetin gösterilmesidir.
  1. b) مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْاٰنِۜ “Kur’ân’dan kolay olan şey” ifadesi hakkında da bazı hatırlatmalarda bulunmak gerekmektedir.
  2. Bu ifade Kur’ân’ın bazı bölümlerinin kolay, bazılarının ise zor olduğu sonucunu verebilir. Dolayısıyla muhataplar vahyin indirilmeye başlandığı ilk dönemlerde Kur’ân metninin her tarafını aynı kolaylıkta göremiyor olabilirlerdi. Bu nedenle “Kur’ân’dan kolayınıza geleni kıraat edin” anlamı öne çıkmaktadır.
Şimdilerde “Kur’ân okumak” denilince kıraat, tertîl ve tilâvet ayırımı yapılmadığı için, herkes onun okunmasını lafızlarının tekrar edilmesi şeklinde anlamaktadır. Oysa âyette emredilen husus onun kıraatidir, yani üzerinde düşünülmesi ve kafa yorulmasıdır. Bu nedenle buradaki emri sadece metnin okunması olarak anlamlandırmak yeterli değildir.
  1. Yüce Allah Kur’ân’ın anlaşılması ve öğütlerinden yararlanılması için onu kolaylaştırdığını açıkça beyan etmektedir. “Doğrusu Biz bu Kur’ân’ı ders alınsın diye kolaylaştırdık; öyleyse ders alan var mı?” İşte bu ifade Kamer sûresinde dört kez yer almaktadır.[176] Aynı âyetin dört kez hatırlatılması konunun öneminden kaynaklanmaktadır. Bu mesaj, insanlara yol göstersin diye indirilmiştir. Bu nedenle vahyin kolay olması gerekliydi, zaten kolaylaştırılarak da indirilmiştir.
Yüce Allah bu vahyi Hz. Peygamber’in diliyle kolaylaştırdığını beyan ederek, gerekçesini muttakîlerin müjdelenmesi, sorumsuzluk yapanların uyarılması ve insanların öğüt alması şeklinde belirlemiştir.[177] Bu âyetler anlaşılsın ve üzerinde düşünülsün diye Kur’ân’ın kolaylaştırıldığını, sanıldığı gibi zor olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
  1. Cümledeki مِنَ الْقُرْاٰنِ ifadesindeki min edatını “beyâniye” anlamına aldığımızı da özellikle belirtmek durumundayız. Dolayısıyla yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki ifadeyi “O halde, zaten kolay olan Kur’an’ı kıraat edin” şeklinde tercüme ettik.
Sonuç olarak şunu söyleyelim: Geceleri kalkıldığında, Yüce Allah tarafından kolaylaştırıldığı için Kur’ân’ı kıraat etmek, onun üzerinde derin derin düşüncelere dalmak ve onu hayatın merkezine almak âyette emredilen asıl görevdir. Bu görev her zaman Müslümanların önündedir, gereği gibi davranmak da ideal olana ulaşmaya çalışmaktır. Ancak, ideale ulaşılamıyorsa onu büsbütün terk etmek ise kesinlikle doğru değildir. Bu nedenle Yüce Allah geceleri kalkma noktasında arzu edilen düzeyi gerçekleştiremeyenlerin bulunabileceğini beyan ederek, onları bağışlayacağını ifade etmekte, ideale ulaşamamanın nedenlerini de âyetin devam eden cümlelerinde dile getirmektedir.
  1. b) Muhtemel Bazı Mazeretler
Yüce Allah, özellikle gece kalkıp zamanı vahiy ile değerlendirmenin gerekliliğine değinmiş ve bazı Müslümanların bu konuda gerekeni tam yapamayabileceğinden söz etmişti. Şimdi de bu konuda ne tür mazeretlerin söz konusu olabileceğini hatırlatmakta ve Müslümanların belki de Medine dönemi hakkında bazı saptamalarda bulunmaktadır.
ı. Hastalıklar
عَلِمَ اَنْ سَيَكُونُ مِنْكُمْ مَرْضٰىۙ “Allah içinizde hastalar bulunacağını bilmektedir.” Âyetteki عَلِمَ ‘alime fiili “bilmek”, سَيَكُونُ seyekûnü fiili “meydana gelecek olmak” ve مَرْضٰىۙ mardâ ise “hastalar” demektir.
Yüce Allah, gece kalkışla ilgili insan hayatında meydana gelebilecek en temel mazeret olarak “hastalık” halini ilk sırada zikretmektedir. Bu nedenle, muhatapların arzu edilen görevi ideal olarak yerine getirememesi sonucunda kendilerini cezalandırmayacağını, onları bağışlayacağını beyan etmektedir. Gece vakitlerinde kalkamayanların veya emredildiği sayıda ve zaman sürecinde bunu başaramayanların sahip olabileceği mazeretlerden birisi “hastalık” halidir.
Yüce Allah, burada gözden kaçırılmaması gereken temel noktaya dikkat çekmekte, hastalara yönelik bazı farklı hükümler koyduğunu, yani sağlam olanlara göre biraz daha esnek davranabilecekleri serbestîsi tanıdığını bildirmektedir. Bu çerçevede Kur’ân’da, hastalara zorluk yapılamayacağı ve onların yokuşa sürülemeyeceği ifade edilmektedir.[178] Oruç tutamama hallerinden birisi “hastalık” durumu olarak belirlenmektedir.[179] Benzer bir mazeret Hacc sırasında saçların tıraş edilmemesinde de söz konusudur.[180] Teyemmümün uygulanabileceği şartlar içerisinde suyun kullanılamaması veya su ile abdest alamamanın mazeretlerinden birisi de hastalık halidir.[181] Ayrıca, savaşa katılamama[182] ve savaş halinde cephede namaz kılarken silahları bırakma mazeretlerinden birisi de yine hastalıktır.[183]
Bütün bu âyetlerde de görüldüğü üzere Yüce Allah hastalığı bazı hükümlerden muaf sayma veya hükümlerde esneklik yapmanın sebebi olarak tanımlamaktadır. İşte bu genel bakışa uygun olarak, geceleri istenen vakitlerde kalkamama mazeretlerinden ilki “hastalık” veya “hastalar” şeklinde belirlenmiş olmaktadır.
ıı. Rızık Temini İçin Yapılan Yolculuklar
وَاٰخَرُونَ يَضْرِبُونَ فِي الْاَرْضِ يَبْتَغُونَ مِنْ فَضْلِ اللّٰهِۙ “Bir kısmı Allah’ın lütfundan (rızık) aramak üzere yeryüzünde sefere çıkacaktır.” Âyetteki اٰخَرُونَ âharûne kelimesi “diğerleri, bir kısmı”, يَضْرِبُونَ yadribûne fiili “yolculuk yapmak”, الْاَرْضِ el-ard kelimesi “yeryüzü”, يَبْتَغُونَ yebteğûne fiili “istemek, elde etmek”, فَضْلِ اللّٰهِۙ fadlüllâh tamlaması ise “Allah’ın fazlı, ikramı, ihsanı” demektir.
Yüce Allah, geceleri kalkma emrinin tam olarak yerine getirilememesi konusundaki ikinci mazereti “rızık temini” olarak belirlemektedir. İnsanlar hayatlarını devam ettirebilmek ve ailelerinin geçimini temin etmek için elbette çalışmalı ve kendi ihtiyaçlarını karşılamaya gayret etmelidirler. Bu nedenle helal rızık temini için uğraşmak da Yüce Allah’ın başka bir emridir.
  1. a) Yüce Allah konuyla ilgili bazı âyetlerde şu gerçekleri hatırlatmaktadır: Gündüzlerin Allah’ın âyeti kılınmasının gerekçesi, insanların rızık temini olarak açıklanmaktadır.[184] Cuma namazı sonrasında yapılacak en önemli işin Allah’ın lütfundan payımıza düşeni talep etmek olduğu açıkça beyan edilmektedir.[185] Hacc ibadeti esnasında rızık temini için çalışanlara herhangi bir sorumluluk yüklenmeyeceği, yani o mevsimde bile ticaret yapılabileceği belirtilmektedir.[186] Denizlerin ve gemilerin insanların emrine verilme gerekçesi de Allah’ın yarattığı rızıklardan yararlanmak, onları bulmak şeklinde belirlenmektedir.[187] Bu âyetlerde de görüldüğü gibi, Allah’ın insanlar için yarattığı rızıklardan yararlanmak için çalışmak, çok önemli bir kulluk göstergesidir.
  2. İslâm, helalinden mal kazanmayı ve o malı Allah yolunda harcamayı öngören bir dindir. Bu nedenle Hz. Peygamber, “zengin ve güçlü mümin, zayıfından daha hayırlıdır” buyurmuştur.[188] İnfâk ve bu bağlamda zekât, sadaka, fitre, fidye ve kefaret gibi ekonomik içerikli ibadetler Müslümanın zengin, yani varlıklı olmasıyla yerine getirilebilir. Bu nedenle, zengin olmak için çalışmak, malı Allah’ın yarattığı ve onu insan için bir imtihan aracı kıldığı bilincini kaybetmeden helal rızık için gayret etmek önemli bir duyarlılıktır.
  3. Esasında yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki bu ifade, Allah yolunda savaş yapmanın öncesinde veya beraberinde yer aldığı için, cihâd yapmak ile helal rızık temini için çalışmak arasında önemli bir yakınlık bulunduğunu söylemek de hatalı değildir.
  4. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus şudur: Rızık temini için çalışmak elbette önemlidir; ancak bu rızkı Allah’ın yarattığı bilincinde olmak şartıyla. Müslüman, hayatında Allah’ın müdahil olmadığı bir alan veya zaman bulunmadığını bilen ve buna göre davranan adam olma şuurunu kaybetmemelidir.
Allah bilincini kaybetmeyip rızık kavramını Allah’ın iradesiyle buluşturmak, bu uğurda yapılacak çalışmaları ve ortaya konulacak gayretleri ibadet mesabesine yükseltecektir. Sûrenin yedinci âyetinde dile getirilen “Senin için gündüz uzun uzun meşguliyetler vardır” ifadesini, “gece vahiy ile inşa olan insanın gündüz yaşayacağı meşguliyetler ibadete ve tesbihe dönüşür” şeklinde anlamamızın bir gerekçesi de budur. Diğer işlerin ibadete dönüşmesi onları Allah rızası için yapma şartına bağıdır. Bu nedenle Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz cümlede يَبْتَغُونَ مِنْ فَضْلِ اللّٰهِۙ “Allah’ın ikramını aramak” ifadesine yer vermiştir.
  1. b) Müfessirlerimiz helal yollardan rızık elde etmek için çalışmanın gereği ve önemi hakkında çeşitli rivayetler aktarmaktadırlar. Bu vesileyle biz de birkaç tanesini hatırlatmak istiyoruz:
İbrâhim’in Alkame’den naklettiği rivayete göre, Rasûlüllah (as) şöyle buyurmuştur: “Bir beldeden bir diğerine gıda götürüp de onu o günün fiyatına satan bir kişinin Allah katındaki konumu mutlaka şehitler mertebesinde olur.” Bu ifadesinden sonra Nebî (as) Müzzemmil sûresinin bu son âyetini okumuştur.[189]
İbn Mes‘ûd da şunları belirtmiştir: “Her kim bir şehirden Müslümanların yaşadığı başka bir şehre, sabrederek ve sevabını Allah’tan umarak bir şeyler getirir de onu o günün fiyatına satarsa, Allah katında şehitler mertebesine yazılır.”[190] Sayısını çoğaltabileceğimiz bu rivayetlerden anlaşıldığına ve âyette “rızık için çalışanlar” ile “Allah yolunda savaşanlar” yan yana zikredildiğine göre demek ki, helal rızık temini için çalışmak cihâdla yan yana bir değere ve öneme sahiptir.
Böyle bir emir söz konusu olduğu için başka bir emrin tam hakkıyla yerine getirilememesinden doğacak sorumluluk Yüce Allah tarafından bağışlanacaktır. Âyetteki temel mesajlardan birisi de budur.
ııı. Allah Yolunda Cihâd
وَاٰخَرُونَ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۘ “Diğer bir kısmı da Allah yolunda savaşacaktır.” Âyetteki اٰخَرُونَ âharûne kelimesi “diğerleri, bir kısmı”, يُقَاتِلُونَ yukaatilûne fiili “savaşmak”, ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۘ fî sebîlillâh tamlaması ise “Allah yolunda” demektir.
  1. a) Yüce Allah sûrenin bu son âyetinde dile getirdiği mazeretlerin üçüncüsünü ise “Allah yolunda savaşmak” şeklinde belirlemektedir. Cihâd, Müslümanın hayatında çok önemli bir yer tutacağı için, vahyin ilk dönemlerinde onların bu gerçeğe hazırlıklı olması gerektiği kendilerine önceden haber verilmektedir. Âyette kullanılan kelime يُقَاتِلُونَ yükaatilûnefiilidir ve “savaşmak” anlamına gelmektedir. Tarihî bilgilere göre Mekke döneminde fiilî savaş yaşanmamıştı. Bu nedenle söz konusu fiilde kastedilen maksadı “Medine döneminde yaşanacak savaşlar” şeklinde anlamak gerekir; bu bir zorunluluktur. Mesajı böyle anlamamız bu âyetin Medine’de indirildiği sonucunu da vermez. Sadece Yüce Allah’ın, Mekke dönemi Müslümanlarına Medine döneminde yaşayacakları hakikatler bağlamında önceden bilgi verdiği anlaşılmış olur.
  2. b) Âyetin Mekke döneminde indirildiği ve mesajın öncelikle o günkü Müslümanları ilgilendirdiği gerçeğinden hareketle şunu söylemek durumundayız: Âyette kullanılan يُقَاتِلُونَ yükaatilûne fiilinin anlamını “cihâd etmek” şeklinde de yorumlayabiliriz. Mekke dönemindeki cihâd daha çok, Allah yolunda fedakârlık yapmak, çalışmak,[191] bütün gayretini ortaya koymak[192] ve Kur’ân’ı anlatmak şeklinde yaşanmaktaydı. Bu sonuncusu Yüce Allah tarafından “en büyük cihâd” olarak tanımlanmaktadır.[193] Allah yolunda cihâd yapılırken o esnada diğer emirlerde bazı eksikliklerin olması da elbette mümkündür.
Yüce Allah’ın affedeceğini söylediği eylemlerden birisi de cihâd esnasında “gece kalkışlarda yaşanabilecek eksiklikler”dir. Böylece bir taraftan cihâdın önemi kavratılmakta, diğer taraftan Yüce Allah’ın insanlardan imkânsızı yapmalarını istemeyeceği beyan edilmektedir.
  1. c) Yapılması Gerekenler
Yüce Allah, sözünü ettiği bu mazeretlere rağmen, yapılması gerekenler hakkında bilgi vermekte, bir anlamda görev, sorumluluk ve fedakârlık kurumunun insanların ölümüne kadar devam ettirilmesi gerektiğini bildirmektedir.
ı. Kur’ân’ı Kıraat Etmek Vazgeçilmez Bir Görevdir
فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنْهُۙ “O halde, (mümkün olan her durumda) zaten kolay olan Kur’ân’ı kıraat edin.” Âyettekiفَاقْرَؤُ۫ا fakraû emri “kıraat etmek, okumak”, تَيَسَّرَ teyessera fiili ise “kolay olan” demektir.
Bu âyette emredilen “kıraat”in ve “Kur’ân’dan kolay olan kısım” ifadesinin ne anlama geldiğini daha önce uzun uzadıya anlatmıştık. Aynı şeyleri tekrarlamamak için sadece aynı âyette bu emrin ikinci kez yer almasının nedeni hakkında bazı açıklamalarla yetineceğiz.
  1. a) Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Kur’ân üzerinde düşünce üretmek, onun mesajlarını anlamaya çalışmak, onunla birlikte olmak ve ilkelerinin hayatın her alanına yayılması için fedakârlık yapmak bir görevdir. İnsan ne tür zorlukların içerisinde bulunursa bulunsun, mutlak surette Kur’ân ile iletişim halinde bulunmalı ve onunla irtibatını asla kesmemelidir. Çünkü Kur’ân’dan kopmak hayattan kopmaktır. Bir Müslüman için bundan daha ağır bir ayrılık düşünülemez. Kaldı ki Kur’ân’dan ayrılmak mahşerde Hz. Peygamber’in şikâyetine de konu olmaktır.[194]
Bu konuda merhum İbn Teymiye ne de güzel bir tespitte bulunmuş: “Kur’ân’ı kıraat etmeyenler ondan hicret etmişlerdir. Kur’ân’ı okuyup, anlamlarını derinden derine düşünüp anlamaya çalışmayanlar da Kur’ân’dan hicret etmişlerdir. Dahası, Kur’ân’ı okuyup anlamını iyice araştıran, ancak hükümleriyle amel etmeyenler de ondan hicret etmişlerdir.”[195]
  1. b) Müslüman, Kur’ân’dan hicret eden adam olmamalıdır; ona yakışan davranış, Kur’ân’a hicret etmektir. İşte bu önemi nedeniyledir ki Yüce Allah, hastalık hallerinde veya rızık temini için çıktıkları yolculuk şartlarında ya da bilfiil savaş ortamında bile Müslümanların Kur’ân ile ilişkilerini kesmemeleri gerektiğini, mümkün olan her şart ve ortamda Kur’ân kıraatine devam etmelerinin zorunluluğunu kendilerine bildirmektedir. Cephedeyken bile namazın terk edilemeyeceğini beyan eden Yüce Allah,[196] benzer bir hususu Kur’ân kıraatine de uygulamakta ve Müslümanın hayatında Kur’ân’dan ayrılığın hiçbir mazeretinin bulunamayacağını en uç örneklerle ortaya koymaktadır. Bu örneklerin seçilmesinden anlıyoruz ki, büyük mazeretlerde bile Kur’ân kıraatinden ayrılmamak gerektiğine göre, diğer meşguliyetler aslında belki de mazeret bile kabul edilmemelidir. Bu nedenle Müslümanlar her hâl ve şartta Kur’ân ile ilgilerini devam ettirmeli, onu okuyup anlamaya ve anladıkça da yaşamaya gayret etmelidirler.
  2. c) Dar ve zor zamanlardaki tutumlar insanların kalitesini ortaya koyar. Zor zamanda okumayanlar rahat zamanlarda da genellikle okumazlar. İnsanlar hayatın en zor zamanlarında nelere öncelik vermeleri gerektiğini çok iyi belirlemelidirler. Fedakârlık meşguliyetlerdeki sıralamalarda kendini gösterir. Kanaatimiz odur ki, aynı âyette Kur’ân kıraati emrinin iki kez yer almasının nedeni, meselenin öneminden kaynaklanmaktadır. Âyetin devam eden cümlelerindeki emirlerde de benzer hassasiyetler gösterilmesi istenmektedir.
ıı. Namaz Kılmak
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ “Namazı kılın.” Âyetteki اَق۪يمُوا ekıımû emri “kılmak”, الصَّلٰوةَ es-salât ise “namaz, dua” demektir.
Yüce Allah en zor şartlarda bile terk edilemeyecek ikinci görevi “namaz kılmak” şeklinde belirlemektedir. Biraz önce de değindiğimiz üzere savaş ortamında, yani cephedeyken bile terk edilemeyecek ibadet olarak tanıtılan namaz ibadetinin önemine dair fazla söz söylemeye ihtiyaç yoktur.
Namazın “ikame” edilmesi, onu hayatın merkezine almak, hayatı namazın yönlendirici fonksiyonlarıyla yaşamak demektir. Allah’ın huzurunda yaşanan bu derin huzur, bir sonraki vakte kadar Allah’ın azabını ve gazabını gerektirecek davranışlardan uzaklaşmayı da beraberinde getirecektir.
Âyetteki emir, namazı hakkını vererek ve istikamet üzere kılmaktır; niyeti ve maksadı doğru belirleyerek onu ifa etmektir. Namazın doğru kılınması kişiyi her türlü çirkinlikten ve kötülükten alıkoyması içindir. Namaz esnasında kişinin Allah’ı hatırlaması çok önemli ibadetlerdendir.[197] Bunun sonucu olarak, namazında Allah’ı hatırlayanları Allah’ın hatırlaması, yani onları anması ise en büyük ödüldür. “Siz Beni anın ki Ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin” âyeti,[198] Allah’ın kulunu anmasının şartını kulun Allah’ı anması şeklinde belirlemektedir.
Namazı kılmak, namazın da insanı kılması içindir. Namaz insanı nasıl kılar? Bu sorunun cevabı, “hayata namazın ‘bak’ dediği yerden bakmak ve bu ömrü Allah’ın istediği şekilde yaşamak” şeklindedir. İşte namazın insanı kılması için onun hayata “ikame” edilmesi gerekir. Hayatın dışına itilmiş bir namaz, şekilden ve içi boşaltılmış bir işlemden ibaret kalır.
“Namaz” anlamını verdiğimiz salât veya “namaz kılmak” şeklinde tercüme ettiğimiz sallâ – yüsallî fiilinin kökü s-l-y harfleridir. Bu kökten gelen kelimelerin asıl anlamı “bir şeye yaslanmak, destek olmak”tır. Bunun sonucunda salât kelimesi “Allah’a yaslanmak, hakka yönelmek, tercihini O’ndan yana belirlemek, O’nun değerlerine gönülden bağlı olmak, ibadet etmek ve tevhid içerikli bir eylem yapmak” anlamlarında “namaz” ibadetinin adı olmuştur. Çeşitli vesilelerle ifade ettiğimiz gibi “birine salât etmek” demek ona destek vermek demektir. Hz. Peygamber’e yönelik salât-selâm, onun için “dua etmek” anlamına geldiği gibi, ona “destek olmak ve onun getirdiği değerlere gönülden teslim olmak” anlamına da gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde bu ifade böyle anlaşıldığı ve uygulandığı için Müslümanlar üstün gelmişlerdi.
Namaz ibadetinin evrensel olduğunu ve farz kılınmasının insanlık tarihi kadar eskiye gittiğini söyleyebiliriz. Kur’ân’da eski milletlere, özellikle kitap ehline de namaz emrinin verildiği beyan edilmektedir.[199] Ayrıca İsrailoğullarından alınan sözlerde namaz emri de yer almaktadır.[200] Hz. İsâ’ya yönelik görevlendirmelerde de namaz emrinin bulunduğunu görmekteyiz.[201] Esasında bu son ümmete yönelik dinî esasların Hz. Nûh’a, Hz. İbrâhim’e, Hz. Mûsâ’ya ve Hz. İsa’ya da vahyedilenler olduğu belirtilerek,[202] insanlara tebliğ edilen ilâhî prensiplerde herhangi bir değişikliğin bulunmadığı ifade edilmektedir.
İşte bütün bu nedenlerle yorumunu yapmakta olduğumuz âyette, insanların en zor zamanlarda bile terk edemeyecekleri görevleri arasında namaz ibadetinin neden yer aldığı anlaşılmış olacaktır. İster hastalık hali, ister rızık temini için yapılan yolculuklar, isterse savaş halleri olsun, insanlar Kur’ân kıraatini terk edemeyecekleri gibi namaz kılmaktan da muaf tutulmamışlardır.
ııı. Zekât Vermek
وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ “Zekâtı verin.” Âyetteki اٰتُوا âtû emri “vermek”, الزَّكٰوةَ ez-zekât kelimesi ise “zekât, arınmak” demektir.
  1. a) İnsan hayatındaki zorluklarda bile ihmal edilmemesi gereken görevlerden birisi de “zekât vermek”tir. Zekât kelimesi, Kur’ân’da pek çok âyette özel olarak “arınmak, artmak” anlamlarına gelen zekkâ/tezkiye kelimeleriyle mâlî/ekonomik bir ibadetin adı olarak kullanılmakta ve maldaki arınmışlığı sağlayan değer olarak tanıtılmaktadır. Tevbe 9/103’te “sadaka”nın sonuçlarından söz edilirken onun temizleyicilik ve arındırıcılık özelliğine gönderme yapılmakta, kelime ile eylemin ortak noktası “arınmak, arındırmak” şeklinde belirlenmektedir.
Zekât vermek malı arındırarak bu sayede insanın arınması demektir. Arınmak her türlü şirk, küfür ve isyandan uzaklaşıp Allah’ın emirlerine sarılmak ve onları yerine getirmekle ilişkilidir. Şirk ve küfürden arınmak, لا اله الا الله lâ ilâhe illallâh demekle başlar; diğer bütün ilâhî emirlere sarılmakla birlikte özellikle haramlardan kaçınmakla sonuç verir.[203]
  1. b) Arınmış olmanın tam anlamıyla ne demek olduğu veya kimin arınmış olduğu âhirette belli olacaktır. Bu nedenle haksız yere kendini temize çıkaranlar, bir anlamda arınma iddiasını ispatlayamayanlar Kur’ân’da kınanmaktadır. Arınmayı kimin başardığı konusunda son değerlendirme sadece Yüce Allah’a aittir.[204]
Mü’minûn 23/4’te kurtuluşa erenler arasında “arınmak için çalışanlar” ifadesi kullanılmaktadır. Bu âyetteki maksat genel anlamda arınma amaçlı her türlü faaliyette bulunmaktır. Bunu gerçekleştirenler için hem bu dünyada söz konusu kötülüklerden kurtulmak, hem de âhirette tarifi imkânsız cennet ödülleriyle buluşturulmak mümkün olacaktır. Kurtuluş her iki âlemi de içermektedir.
  1. c) Şems 92/8-9’u dikkate aldığımızda, yorumunu yaptığımız bu âyetteki “zekât veriniz” emrinin aslında takvâyı artırmak, yani nefse yerleştirilen takvâya yatırım yapmak olduğu da söylenebilir. Bakara 2/197’deki takvâ azığını hazırlama işlemi de bu şekilde anlaşılmalıdır. Bu durumda arındırma işleminin hayat boyu süreceği ve kurtuluşun âhirete yönelik bir müjde olduğu sonucuna varılmış olur.
Yüce Allah, sıkıntılı hallerde terk edilmemesi gerektiğini bildirdiği esasların üçüncüsünü toplumsal hayatla ilişkilendirmektedir. “Zekât” toplumsal bir sorumluluk ve ibadettir. Toplumsal hayatta yardımlaşmanın ne kadar önemli olduğu işte bu âyette bir kez daha ortaya konulmaktadır. Bu âyetin Mekke döneminde indirildiğini kabul ettiğimize göre, İslâm dininin toplumsal hayata ne kadar değer ve önem verdiğini anlayabiliriz. Fakirlik insanları derinden etkileyen bir haldir. Bunun giderilmesi için insanların birbirleriyle yardımlaşmaları onların insanlık görevidir. Bu durum ertelenemez ve ötelenemez bir mahiyet arz ettiği için zekât veya infak Kur’ân’ın üzerinde en çok durduğu konular arasında yer almaktadır.
ıv. Yüce Allah’a Borç Vermek
وَاَقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًاۜ “Allah’a gönül hoşluğuyla ödünç verin.” Âyetteki اَقْرِضُوا akriduu emri “borç vermek”, قَرْضًا حَسَنًاۜ kardan hasenen tamlaması ise “güzel borç” demektir.
  1. a) Kard-ı hasen, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette zorunlu hallerde bile terk edilmemesi gereken görevlerimiz arasında dördüncü sırada yer almaktadır.
  2. Bakara 2/245, Hadîd 57/11, 18 ve Teğâbün 64/17’de de geçen kard-ı hasen, geleneksel algıda “Allah rızası için insanlara borç vermektir.” Hibe için az vermektense, kard-ı hasen şeklinde çok miktarda yardım yapıp, sonradan geri almak daha iyi bir davranış olarak görülmüş ve bu tür yardımlaşmalar teşvik edilmiştir. Bu anlayışa göre borç vermek hibe etmekten daha hayırlı kabul edilmiştir. Zekâtın peşinden borcun getirilmesi, toplumsal hayatta ekonomik yükümlülüklerin birden çok çeşidinin bulunduğunu ortaya koymaktadır.
  3. Âyetin metni bu anlayışın dışında daha başka bir inceliğe de sahiptir. Sözünü ettiğimiz anlayışa göre âyetin metnindeki اللّٰهَ Allâh lafzı للّٰهَ lillâh şeklinde anlamlandırılmaktadır. Buna göre âyetin meali “Allah için güzel borç veriniz” şeklini almaktadır. Âyetin metni böyle olmadığı için maksadı “geri almak üzere şahıslara borç vermek”ten ziyade, “karşılığını Yüce Allah’tan beklemek anlamında Yüce Allah’a borç vermek” şeklinde anlamak daha kapsayıcıdır. Böyle bir anlayışla garibanlara yönelik yapılan yardım çok daha anlamlı olacak ve çok daha kalıcı etki bırakacaktır.
  4. Sözün burasında maksadı ifade ederken, yani karşılıksız yardımın önemini vurgularken, Müslümanların birbirine borç vermesini küçümsememiz kesinlikle söz konusu değildir. Elbette borç vermek bir duyarlılıktır, kardeşliğin bir gereğidir, bir ve beraber yaşamanın ayrılmaz parçasıdır. Toplumsal hayatta dayanışmanın önemi ve vazgeçilmezliği zaten tartışmasız bir şekilde kabul edilen bir yükümlülüktür. Ancak âyetin metni bunu karşılıksız yapmanın çok daha güzel olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
  5. b) Kard-ı hasen, “Yüce Allah’a güzelce borç vermek” demektir. Bunun anlamı, verdiğinin karşılığını yani sevabını sadece Yüce Allah’tan beklemektir. İnsân 76/9’da da ifade edildiği gibi en makbul paylaşım sadece Allah rızası için yapılandır. Eğer bir kişi mağdur ve mazlum birisine yardım yapıyorsa ondan hiçbir karşılık, hatta bir teşekkür bile beklememelidir; çünkü yapılan iyiliğin karşılığını dünyada almak âhiretteki ödülü etkileyebilir.
İnfak servetin budanmasıdır; bu nedenle kard-ı hasen Allah’a güvenin sonucu bir fedakârlıktır. Güven imanın ahlâkî karşılığıdır. Allah’a güzel borç verenler bunu içlerinden gelerek verecekler, verdiklerini hissettirmeyeceklerdir. Çünkü Allah’a zaten borçlu olduklarını unutmayacaklardır. Verip başa kakmayacaklar ve verdiğinin karşılığını insanlardan beklemeyeceklerdir.[205] Çünkü onların verdiklerinin karşılığını Yüce Allah onlara kat kat fazlasıyla verecektir, dahası kendilerini bağışlayacaktır.[206]
  1. c) Yüce Allah için gerçekleştirilen güzel borcun en güzeli O’nun yolunda cihâd etmek ve sonuçta şehit olmaktır. İşte Bakara 2/245’te Yüce Allah O’na verilen güzel borcun karşılığını vereceğini ifade ederken bir önceki âyette, yani Bakara 2/244’te Allah yolunda savaşı dile getirmektedir. Demek ki Allah yolunda ölenlere Yüce Allah ölümsüz bir hayatı, yani cennetini verecek, onları en güzel ödülleriyle buluşturacaktır. Geçici hayatı Allah’a borç vermek, ebedî hayatı kazanmaktır; işte kat kat karşılık veya katlarla ifade edilemeyecek karşılık böyle bir ödüldür.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Müzzemmil 73/20’deki kard-ı hasen denen ve Yüce Allah’a verilen güzel borcun böyle bir borç olduğunu söylemekte de bir sakınca yoktur. Çünkü Müslümanları ileriki dönemlerde benzer fedakârlıklar beklemekteydi. Eğer bir önceki maddede ele aldığımız zekâtı “ekonomik içerikli bütün fedakârlıklar” şeklinde anlarsak, o zaman kard-ı hasen emrini de daha ileri düzeyde bir fedakârlık olarak kabul etmemizde bir sakınca yoktur. Şüphe yok ki duyarlılığın en ileri noktası canını vermektir ve böyle insanlara Yüce Allah ödüllerin en büyüğünü ikram edecektir.
  1. d) Sonuç Hakkında Bazı Değerlendirmeler
Sûrenin son âyetinin son cümlelerinde yapılan fedakârlıkların karşılığının fazlasıyla görüleceği müjdesi yer almaktadır. Bu arada yaşanacak bazı eksikliler nedeniyle de Yüce Allah’tan özür dilemenin gerekliliğine değinilmektedir.
ı. Fedakârlıkların Karşılığı Fazlasıyla Verilecektir
وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِ هُوَ خَيْرًا وَاَعْظَمَ اَجْرًاۜ “Kendiniz için (dünyada iken) ne tür bir iyilik sunarsanız, Allah katında onu hem daha üstün ve hayırlı hem de mükâfatça daha büyük olarak bulursunuz.” Âyetteki تُقَدِّمُوا tukaddimû fiili “sunmak, önceden hazırlamak, göndermek”, لِاَنْفُسِكُمْ lienfüsiküm ifadesi “kendiniz için”, خَيْرٍ hayr kelimesi “hayır, iyilik”, تَجِدُوا tecidû“bulmak”, عِنْدَ اللّٰهِ ‘ındellâh tamlaması “Allah’ın katında”, اَعْظَمَ a‘zame kelimesi “daha büyük”, اَجْرًا ecr sözcüğü ise “ecir, ödül” demektir.
Sûrenin ilk âyetlerinden itibaren ele alınan ve Müslüman hayatını inşa etmeyi amaçlayan bütün emirler kastedilerek, Allah için yapılması kaydıyla, gerçekleştirilecek her ne tür faaliyet olursa onların karşılığının mutlaka verileceği beyan edilmektedir. Gece kalkıp Kur’ân’ı kıraat eden, mazeretlere rağmen kıraati mümkün olan her fırsatta sürdüren, bu arada elbette farz namazları kılan, zekâtı vermeye özen gösteren ve Allah’a en güzel şekilde borç veren kişiler bütün bu yaptıklarının zayi olmayacağını bilmelidirler. İşte incelediğimiz ifade bu gerçeği ortaya koymaktadır. Yüce Allah müminlerin imanlarını ve elbette buna bağlı olarak imanla yaptıkları amelleri zayi etmeyecektir.[207]
  1. Ameller Mahşerde Sahiplerine Gösterilecektir
Yüce Allah, dünya hayatında yapılan ve adına “hayır” veya “şer” denilen her ne türlü faaliyet varsa bunların sahiplerine gösterileceğini, onların da ilgili şeyleri göreceğini beyan etmektedir.[208] “Kim zerre miktarı hayır yaparsa onu görecektir. Kim de zerre miktarı şer işlerse onu görecektir.”[209] Bu âyetlerde, boyutu ne olursa olsun insanoğlunun yaptığı hiçbir şeyin gizli kalmayacağı ve her şeyin açıkça ortaya konulacağı ifade edilmektedir.
Kur’ân’da “Yeryüzünde ve gökte hiçbir şeyin Allah’a gizli kalamayacağı”[210] ifade edilirken, “gönüllerindeki düşünceleri ortaya koysalar da onları gizleseler de Yüce Allah’ın insanları hesaba çekeceği”[211] açıkça bildirilmektedir. Ayrıca “gözlerin hain bakışlarındaki gizliliği ve gönüllerde saklanan her şeyi Yüce Allah’ın bildiği” ilan edilmekte, hüküm vericinin de Yüce Allah olduğu vurgulanmaktadır.[212] “Sözünüzü ister gizleyin, ister açıkça söyleyin. O, gönüllerin derinliklerinde olanı bilir. Unutmayın ki Allah, yarattığı her şeyi bilir. O, her bilgiye vasıtasız bir şekilde ulaşan ve her bir şeyden haberdar olandır”[213] ifadeleri, Yüce Allah’ın bilgisindeki sınırsızlığı ortaya koymaktadır.
Başka bir âyet grubunda konu daha farklı yönleriyle şu şekilde ele alınmaktadır: “Her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi ziyade edeceğini Allah bilir. O’nun katında her şey ölçü iledir. O, görüleni de görülmeyeni de bilir; çok büyüktür, yücedir. Sizden sözü gizleyenle onu açığa vuran, geceleyin gizlenenle gündüzün yürüyen (onun ilminde) eşittir.”[214] Hz. Lokmân’ın, oğluna nasihatleri arasında yer alan şu hatırlatmalar da oldukça dikkat çekicidir: “Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”[215]
En‘âm sûresindeki şu âyet ise aslında her şeyi özetlemektedir: “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilemez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”[216]
Meallerini zikrettiğimiz ve daha zikredemediğimiz pek çok âyetin vermek istediği mesaj şu şekilde göz önüne serilmektedir: “İnsan fiilleri kaydedilmektedir ve bunlar sorgulamaya konu edileceklerdir.” Küçücük bir iyilik veya kötülük bile sahibine gösterilecek, fiilleri işleyenler şahitlerin huzurunda, işledikleriyle yüzleştirilecek ve açık bir yargılamaya tâbi tutulacaklardır. İnsan fiillerinin kaydedildiği amel defterleri küçük-büyük ayırımı yapmadan mahşerde her şeyi gözler önüne serecek ve kötülük sahiplerini derin bir endişe kaplayacaktır.[217] Ayrıca küçük büyük bütün davranışların satır satır kaydedildiği ve yapılanların “ilâhî kayıt kütükleri” olan amel defterlerinde bulunduğu beyan edilmektedir.[218]
Elbette yapılanların görülmesi, mutlak surette karşılıklarının verilip ödül veya azaba dönüşmesi demek değildir. Çünkü Yüce Allah dilediğini bağışlayacak, dilediğine ise azap edecektir.[219] Yaptığından hiçbir şekilde sorumlu tutulamayacak yegâne varlık Yüce Allah’tır.[220] Rahmeti her şeyi kuşatan,[221] şirk üzere ölüm hariç, bütün günahları dilediğine bağışlayacağını beyan eden[222] Yüce Allah’ın merhametini beklemek ve O’na sığınmak, elbette boş çevrilmeyeceği umulan bir niyazdır.[223]
  1. Davranışların Karşılığı Değişiktir
Davranışlara mahşerde verilecek karşılıklar hakkında Kur’ân’da birden çok ifade yer almaktadır. Şimdi bunları hatırlatmak istiyoruz.
  1. a) Kötülüklerin Karşılığı En Fazla O Kötülük Kadardır
Azgın inkârcılara verilecek karşılığın, onların yaptıklarına tam uygun olduğu bir anlamda hak ettiklerinin tam karşılığını oluşturduğu, Nebe’ 78/26. âyette şu şekilde ifade edilmektedir: “(Dünyadaki inkârlarına) uygun karşılık olarak.” Suça verilecek karşılık en fazla “suç kadar” olmalıdır. Bu durum Şûrâ 42/40’ta açıkça beyan edilmektedir. Suça çok daha az karşılık verilmesi veya suçun tamamen affedilmesi bile söz konusu olabilir.[224]
  1. b) İyiliklerin Karşılığı Sınırsız Olabilir
Suçun karşılığı için durum bu olsa da verilecek ödülün böyle bir üst sınırı yoktur. Kur’ân, bu anlamda farklı ifadeler ve seçenekler sunmaktadır:
ı. Ödülün alt sınırı, en az “fedakârlık kadar”dır.[225] Yani yapılan iyilik her ne kadarsa, ona verilecek karşılık da en az o kadar olacaktır.[226]
ıı. Sevabın karşılığı “daha güzeli”yle de verilebilir.[227] Bu anlamda ödülün üst sınırı yoktur. Alt sınırı ise “bir fazla” olarak kabul edilebilir. Yûnus 10/26’da dünyada yapılanların karşılığının âhirette daha güzelleriyle insanlara sunulacağı bildirilmektedir.[228]
ııı. İyiliğin karşılığı “çok daha fazlası” da olabilir. Yûnus 10/26’da dile getirilen “Daha güzel karşılık ve fazlası” ifadesi ödülün katlanmaya müsait yapısını gündeme getirir. Ayrıca Yüce Allah, “İşte onlar, yaptıklarının en iyileri kabul edilip kötülüklerini (cezalandırmaktan) vazgeçeceğimiz kimselerdir”[229] buyurmaktadır. Buradan anlaşılıyor ki cennetlikler, dünyada yaptıklarının en güzelleriyle karşılanacaklardır.
ıv. İyiliğin karşılığı “on katı” şeklinde de verilebilir. En‘âm 6/160’ta sözü edilen “on katı” ifadesi rakamsal anlamda “on” diye anlaşılmak zorunda değildir; buradaki maksat “çokluk” olarak da anlaşılabilir.
  1. İyiliğin karşılığı “yedi yüz”, hatta katlanarak “çok daha fazlası” da olabilir.[230] Ödülün 700’er şekillerde katlanması, bir önceki maddede söylediğimiz gibi çokluk veya sınırsızlık anlamı verebilir. İşte Nebe’ 78/36’daki “hesapsız, tastamam ikram” ifadesi bu kapsamda değerlendirilmelidir. Zümer 39/10’da yer alan “Sabredenlere ödülleri hesapsız ödenecektir” ifadesi, ödülde sınırsız katlanmışlığı ortaya koymaktadır.
  2. Ödüllerdeki Farklılığın Muhtemel Sebepleri
ı. Fark, fedakârlıkların gönülle ilgisinden kaynaklanabilir. Aynı işi yapsalar da bazı insanların daha fazla ödül alması samimiyetleriyle ilgili görülebilir. Kişi, yüreğinden gelen bir hassasiyetle ve ilgili işi samimiyetle yaparak daha fazla ödül alabilir. Bu durumda farkı belirleyen husus gönüldeki samimiyet olmaktadır.
ıı. Fark, bazı iyiliklerin 1, bazılarının 10, bazılarının 700, bazılarının ise 700’er katlamalı olarak karşılanması anlamına da gelebilir. Bu takdirde oran farkı, yapılan iş ve fedakârlıkların önem derecesinden kaynaklanmış olur.
ııı. Ayrıca, iyilik yapan kişilerin ekonomik durumları da farkın belirleyicisi olabilir. Çok varlıklı birinin verdiği miktarı dar imkânlı bir kişi verse, elbette onun ödülü daha fazla olur. Özellikle kendisi muhtaç iken başkasını gözetebilenler ödülün de en büyüğünü hak edeceklerdir.
ıv. İyiliklerin kime ve ne zaman yapıldığı da ödül farkını belirleyebilir. Muhtaçlar için veya savaş halleri gibi ihtiyacın yoğun olduğu dönemlerde yapılan iyilik diğerlerine göre farklı olacaktır.
  1. Bu arada son bir ihtimal olarak da şunu belirtmeliyiz: İyiliği başa kakmadan, eziyete dönüştürmeden ve gönül kırmadan usulüne uygun olarak verenler, bu hassasiyetleri yeterince gözetmeyenlere göre daha fazla ödüllendirileceklerdir. Çünkü riya ile veya başa kakarak yapılan infak, bırakalım ödül katlamasını, Bakara 2/264’e göre iptal edilecektir.
İşte yorumunu yapmakta olduğumuz Müzzemmil sûresinin son âyetindeki, خَيْرًا وَاَعْظَمَ اَجْرًاۜ “Daha hayırlı ve ödülü daha büyük” ifadesi bütün bu ihtimalleri kapsamaktadır.
ıı. Yüce Allah’ın Bağışlaması Bütün Günahlardan Büyüktür
وَاسْتَغْفِرُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ “Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” Âyetteki اسْتَغْفِرُوا istağfirû emri “bağışlanmayı istemek”, غَفُورٌ ğafûr kelimesi “çok bağışlayan”, رَح۪يمٌ rahîm sözcüğü ise “merhametli” demektir.
Sûrenin son cümlesi hakkında özellikle “istiğfâr” ve bununla birlikte kullanılan “tevbe” kavramlarına değinmek yararlı olacaktır.
  1. a) وَاسْتَغْفِرُوا اللّٰهَۜ “Allah’tan mağfiret dileyin.” “Tevbe” ve “istiğfâr”, kültürümüzde genellikle birbirine karıştırılarak anlam kaymalarına maruz bırakılan kavramlar arasında yer almaktadır. Bu kavramları, aralarındaki farkı ve Kur’ân’daki kullanım örneklerini Burûc 85/10’da da geniş bir şekilde ele aldığımız için burada sadece istiğfârla ilgili kısa bir hatırlatma ile yetineceğiz.
* İstiğfâr
“Bağışlanma dileğinde bulunmak” anlamına gelen istiğfâr kelimesi, “bir şeyi onu kötülüklerden koruyacak şekilde örtmek ve giydirmek” anlamındaki ğ-f-r kökünden türetilmiştir. Ğufrân ve mağfiret de “Allah’ın, kula azap erişmesinden onu koruması” demektir.[231] “Bağışlayıcı” anlamındaki ğafûr ve ğaffâr kelimeleri Yüce Allah’ın birer sıfatı olarak Kur’ân’da oldukça fazla âyette kullanılmaktadır.
  • “Rabb’inizden mağfiret dileyin”[232] âyetindeki istiğfâr, şirkten dolayı “mağfiret dilemek” anlamında değerlendirildiği gibi mutlak anlamda “bağışlanma dileği” şeklinde de anlamlandırılmaktadır.[233]
  • “Rabb’inizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin … ”[234] Bu âyette ve Hûd 11/3 ve 52’de de olduğu gibi istiğfârkelimesi ile tevbe kelimesi peş peşe zikredilmektedir. İstiğfâr, önceden yapılan hatalardan dolayı özür dilemek ve bağışlanma dileğinde bulunmaktır. İşte bu istekte bulunanın samimi olup olmadığının test edilişi de tevbe ile mümkündür. Çünkü tevbe, önceki hataları yapmamak ve hatanın tersini yani doğruyu yaparak bu yönelişteki samimiyeti göstermek demektir. İstiğfar, hayatın yaşanmış kısmındaki hatalardan özür dilemeyi kapsarken, tevbe hayatın yaşanmakta ve yaşanacak olan kısmındaki istikameti ve kararlılığı ifade eder. Her iki kavram birlikte hayatın tamamını içerir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Müzzemmil sûresinin son cümlesi olarak “Allah’tan bağışlanma dileğinde bulunun” ifadesinin getirilmesinin elbette bir nedeni vardır. Kanaatimize göre bu neden sûrenin başından itibaren dile getirilen görevlerde yaşanabilecek bazı eksiklilikler nedeniyle ümitsizliğe düşülmemesidir. Yüce Allah bir kuluna “neden geldin?” demez; “neden gelmedin?” der. Bu sebeple ilâhî makam ümitsizlik kapısı değil, bütünüyle ümit kaynağıdır. İşte bu sûre Yüce Allah’ın merhamet içerikli iki sıfatıyla bitirilmektedir.
  1. b) اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ “Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyendir.” Ğafûr kelimesi, önceki cümlede de izah ettiğimiz üzere, “bağışlamak” anlamına gelen ğ-f-r kökündendir ve Yüce Allah’ın “çok bağışlayıcı” olduğu anlamını vermektedir. Rahîm ise “mağfiret”in merhamet içerikli olduğunu gösteren bir acıma sıfatıdır. Yaşanabilecek her ne türlü günah olursa olsun, kişi bağışlanma dileğinde bulunur, sonra da tevbe ederse, yani hatasından samimiyetle vazgeçip Yüce Allah’ın emrine ve O’nun yoluna dönerse Yüce Allah onu da bağışlayabilir. Dilediğini bağışlayan, dilediğine de azap edebilecek varlık sadece O’dur.
Burûc 85/16’da da geniş bir şekilde ele aldığımız üzere, Yüce Allah dilediğini yapabilen yegâne varlıktır. İnsanlar yaptıklarından hesaba çekilecek konumundayken, Yüce Allah hesaba çekecek olandır.[235] İnsanlar ne kadar hata işleseler de Yüce Allah onları bağışlayabilir; istediğine istediği cezayı verebileceği gibi, istediğinden de cezayı kaldırabilir. Bakara 2/284 ve ‘Ankebût 29/21’de de belirtildiği üzere, Yüce Allah dilediğine azap eder, dilediğini ise bağışlar.[236] Âl-i İmrân 3/26-27’de Allah, kâinatın mutlak hâkimi olduğunu, her şeyin O’nun kontrolünde gerçekleştiğini, sevk ve idarenin O’na ait olduğunu ve her şeye gücünün yettiğini beyan etmektedir.
Durum böyle olunca, Yüce Allah kendisine yönelenlerden dilediğini bağışlayabileceği gibi, azabı hak edenlere de azap edebilir. Hûd 11/107’de belirtildiği gibi bu azabı kaldırması da mümkündür.
Hz. İsâ’nın şirk koşanlar için mahşerde dile getireceği, “Onlara azap edersen, onlar Senin kullarındır; kendilerini bağışlarsan, üstün olan ve hükmünde isabet kaydeden sadece Sensin”[237] cümlesi de, bu gerçeğin başka bir ifadesidir. Gerçekleştirdiği vaadleri yapacak olan Yüce Allah, va‘îdlerinden yani tehditlerinden vazgeçebilir. Âyetlerden anladığımız budur. Bu durumda “ebedi azap” kavramının insan algısı ve kavrayışının ötesinde başka bir gerçekliğinin bulunduğunu hatırdan çıkarmamak durumundayız.
Son söz olarak şunu söyleyelim: İlâhî huzur ümitsizlik kapısı değildir; oraya kim yönelirse Yüce Allah o yönelişi kabulde kimseden izin almaya mecbur değildir. Aynı şekilde her kim azabı hak etmiş, Yüce Allah da onu onaylamışsa bu noktada da hiç kimse O’na karşı gelemez, engel olamaz, hükmünü geciktiremez ve öteleyemez; çünkü mutlak yetkinin sahibi sadece O’dur.
Müzzemmil sûresinin son âyetinde, bir Müslümanın hayatı fedakârlık noktasında özetlenmektedir. Geceleyin kalkıp vahyin aydınlığı ile buluşma görevi bütün Müslümanlara yönlendirilerek bir bilinç inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu arada bu görevi yapabilenler olduğu gibi, çeşitli mazeretler nedeniyle bunu arzu edilen düzeyde yapamayanlar da olabilir.
Hastalık halleri veya rızık temini için yapılan yolculuklar ya da Allah yolunda savaşmak gibi diğer görevler nedeniyle yaşanabilecek sıkıntılara rağmen yine de mümkün olan her hâl ve şartta Kur’ân’ı kıraat etmek ve onun üzerinde zihin yormak, Müslümanın vazgeçilmez görevleri arasında özellikle yer almaktadır. Bu arada namaza devam etmek, zekâtın verilmesine özen göstermek ve Allah’a güzel borç vermek de esaslı görevler arasında ilk sıralarda yer almaktadır.
Yüce Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan bütün fedakârlıklar karşılıklarını yine O’nun katında bulacaklardır. Ancak bu duyarlılıklar, yapılanlardan çok daha hayırlı ve ödülü çok daha büyük olarak sahiplerine sunulacaktır.
Ödülü hak edenlerden olmayı Rabbimizden en kalbî niyazımız olarak diliyoruz. Rabbimiz bizi ve bütün müminleri razı oldukları arasına katsın. Amin.
[1]               Yazır, age., VIII, 392-393.
[2]               Râzî, age., XXIX, 171.
[3]               Taberî, age., XXIX, 124; Zemahşerî, age., IV, 623; Râzî, age., XXIX, 171.
[4]               Kurtubî, age., XIX, 22.
[5]               İsrâ 17/79.
[6]               Ferrâ, age., III, 196.
[7]               İslâmoğlu, age., s. 1185’te 2. not.
[8]               Talâk 65/2-3.
[9]               Isfehânî, Müfredât, r-t-l mad.
[10]               Yazır, age., VIII, 397.
[11]               Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’ân, 25; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 6.
[12]               İslâmoğlu, age., s. 704’te 13. not.
[13]               Şu‘arâ’ 26/69.
[14]               En‘âm 6/151.
[15]               Neml 27/92.
[16] İslâmoğlu, age., s. 866’da 7. not.
[17]               Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsîri 1, Giriş Bölümü.
[18]               İbn Mâce, İkaame, 176; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 34.
[19]               Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 34.
[20]               Kurtubî, age., XIX, 26.
[21]               Buhârî, Tevhîd, 52; Ebû Dâvûd, Vitr, 20; Nesâî, İftitâh, 83; İbn Mâce, İkâme, 176; Ahmed b. Hanbel, IV, 282, 285, 296, 304; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 34.
[22]               ‘Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 442-443.
[23]               Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 34.
[24]               Bakara 2/233, 286; En‘âm 6/152; A‘râf 7/42; Mü’minûn 23/62; Talâk 65/7.
[25]               Hacc 22/78.
[26]               Semerkandî, age., III, 509; Taberî, age., XXIX, 127; Râzî, age., XXIX, 174.
[27]               Zemahşerî, age., IV, 625.
[28]               Taberî, age., XXIX, 127.
[29]               Bu görüşler için bkz. Râzî, age., XXIX, 174-175.
[30]               En‘âm 6/141; Vâkı‘a 56/72.
[31]               En‘âm 6/98; Mülk 67/23.
[32]               Vâkı‘a 56/61-62.
[33]               Ferrâ, age., III, 197; Yazır, age., VIII, 399.
[34]               Taberî, age., XXIX, 132; Zemahşerî, age., IV, 626.
[35]               Semerkandî, age., III, 510.
[36]               Zemahşerî, age., IV, 626.
[37]               Ahzâb 33/41; Cumʻa 62/10.
[38]               Semerkandî, age., III, 510; Taberî, age., XXIX, 12; Zemahşerî, age., IV, 626.
[39]               Râzî, age., XXIX, 178.
[40]               Râzî, age., XXIX, 178.
[41]               Zemahşerî, age., IV, 626.
[42]               Bakara 2/115.
[43]               Bakara 2/142.
[44]               Bakara 2/177.
[45]               Bakara 2/258.
[46]               Şu‘arâ’ 26/28.
[47]               Rahmân 55/17.
[48]               Sâffât 37/5.
[49]               Me‘âric 70/40.
[50]               İslâmoğlu, age., s. 1185’te 9. not.
[51]               Ferrâ, age., III, 198.
[52]               Âl-i İmrân 3/173; En‘âm 6/107.
[53]               Nisâ’ 4/109.
[54]               En‘âm 6/102; Hûd 11/12; Zümer 39/62.
[55]               İsrâ 17/2.
[56]               Nisâ’ 4/171; Ahzâb 33/3.
[57]               En‘âm 6/107; İsrâ 17/54.
[58]               En‘âm 6/102.
[59]               İsrâ 17/2.
[60]               İslâmoğlu, age., s. 1300’de 8. not; s. 1185’te 10. not.
[61]               Âl-i İmrân 3/200.
[62]               Bakara 2/45, 153.
[63]               Tâhâ 20/132; Kamer 54/27.
[64]               Âl-i İmrân 3/186.
[65] Müslim, Cennet, 1
[66]               Kasas 28/55.
[67]               Nisâ’ 4/63.
[68] Muhammed Ali e-Sâbûnî, et-Tibyân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1985, s. 10.
[69]               Kurtubî, age., XIX, 31.
[70]               Benzer bir âyet için ayrıca bkz. A‘râf 7/182.
[71] Meryem 19/84.
[72] Me‘âric 70/6-7. Benzer bir âyet için de bkz. Nebe’ 78/40.
[73]               Taberî, age., XXIX, 135; Zemahşerî, age., IV, 627.
[74]               Kurtubî, age., XIX, 32.
[75] Sâd 38/57, Hâkka 69/36, Nebe’ 78/25.
[76] Sâffât 37/66, Dühân 44/44-45, Vâkı‘a 56/52-53.
[77] Bu anlamlar için bkz. Semerkandî, age., III, 574; Râzî, age., XXXI, 152-159.
[78] Bu kelimenin geniş izahı için bkz. Isfehânî, age., s. 690-691; Semîn el-Halebî, age., III, 354; Cevherî, age., II, 356.
[79]               Kaari‘a 101/5.
[80] Râğıb el-Isfahânî, Müfredât, s. 671.
[81] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, V, 3651.
[82] Yûsuf 12/3.
[83] İbn Teymiyye, Mecmû‘u Fetâvâ, XVII, 18-19.
[84] Abdülkadir er-Râzî, Muhtâru’s-Sıhâh, I, 225. Benzer bir görüş için ayrıca bkz: el-Feyyûmî, el-Misbâhu’l-Münîr, II, 505-506.
[85] Kasas 28/25.
[86] Nisâ 4/164; Nahl 16/118; Ğâfir 40/78.
[87] En‘âm 6/57; Neml 27/76.
[88] En‘âm 6/130; A‘râf 7/35.
[89] Nisâ 4/164; Ğâfir 40/78.
[90] A‘râf 7/7.
[91] A‘râf 7/101; Hûd 11/100; 120; Yûsuf 12/3; Kehf 18/13; Tâhâ 20/99.
[92] A‘râf 7/176.
[93] Yûsuf 12/5.
[94] Âl-i İmrân 3/62; A‘râf 7/167; Yûsuf 12/3; 111; Kasas 28/25.
[95] Eğer bu kıssaların yaşanmamış olma ihtimali varsa, yaşanmamış şey bâtıldır, asılsızdır; “Kur’ân’a önünden de arkasından da bâtıl şeyler yaraşmaz.” Bu âyet için bkz: Fussılet 41/42.
[96] Sadık Kılıç, Tarih Felsefesi Açısından Kur’ân Kıssaları, I. Kur’ân Sempozyumu, Bilgi Vakfı, s. 89.
[97] İdris Şengül, Kur’ân Mesajını Ulaştırmada Kıssaların Önemi, I. Kur’ân Sempozyumu, Bilgi Vakfı, s. 135.
[98]               Yûsuf 12/111; Nâzi‘ât 79/26.
[99]               Hûd 11/120.
[100]               Bu konuda geniş bilgi için bkz. Okuyan, Kur’ân’da Gizemli Bir Yolculuğun Kıssası, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, sayı: XIII, İstanbul, 2004. ss. 1-4.
[101] Bu konudaki âyetler için bkz: En‘âm 6/33; Yûnus 10/94; Hûd 11/12; 120; Hıcr 15/97; Tâhâ 20/1-9; Şu‘arâ 26/3-4; Kasas 28/3-6; Kalem 68/48-49; Nûh 71/1-28.
[102] A‘râf 7/176.
[103] Hûd 11/120.
[104] Bu konudaki âyetler için bkz: A‘râf 7/11-27; Yûnus 10/75-83; Fussılet 41/15-16; Şu‘arâ’ 26/69-104.
[105] Bu konudaki âyetler için bkz: Hûd 11/84-95; Mü’min 40/51-52; Kamer 54/9-32; Hâkka 69/1-8.
[106] Bu konudaki âyetler için bkz: Nisâ’ 4/163-166; Şûrâ 42/13; Müzzemmil 73/15-16.
[107]               Şu‘arâ’ 26/214.
[108]               Yâsîn 36/6; Sebe’ 34/44.
[109]               Şûrâ 42/7; Cum‘a 62/2.
[110]               En‘âm 6/19; A‘râf 7/158; Enbiyâ 21/107; Sebe’ 34/28; Cum‘a 62/3.
[111] Bu konuda Kur’ân Sempozyumu’nda sunmak üzere uzunca bir tebliğ hazırlamıştık: Bkz. Okuyan, “Kendisine Kitap Verilen ve Verilmeyen Peygamberler (Rasûl-Nebî Ayrımı ve Bunun İstismarı)”, Kur’ân Sempozyumu, Fecr ve Dost-Der, Samsun, 2008.
[112]               Nisâ 4/41; Mâide 5/117; Hûd 11/18; Nahl 16/84.
[113]               Nisâ’ 4/69.
[114]               Bakara 2/282; En‘âm 6/19.
[115]               Bakara 2/185.
[116]               Neml 27/49.
[117]               Âl-i İmrân 3/86.
[118]               Bakara 2/84; Âl-i İmrân 3/70.
[119]               Bakara 2/23.
[120]               En‘âm 6/73.
[121]               Bu kelimenin kullanım örnekleri için bkz. Okuyan, Kur’ân’da Vücûh ve Nezâir, s. 531-532.
[122]               Bakara 2/282.
[123]               İslâmoğlu, age., s. 54’te 7. not.
[124]               Şâhid kelimesinin anlamı, Kur’ân’daki kulanım örnekleri ve çeşitli değerlendirmeler için bkz. Bayraklı, age., II, 279-280.
[125]               Nisâ’ 4/80.
[126]               A‘râf 7/130.
[127]               A‘râf 7/133.
[128]               Mü’min 40/46.
[129]               Hûd 11/98.
[130]               Hûd 11/99.
[131]               Ferrâ, age., III, 198; Râzî, age., XXIX, 183-184.
[132]               Hacc 22/1-2.
[133]               Neml 27/87; Zümer 39/68.
[134]               İbrâhim 14/42-43.
[135]               Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsîri III-IV, s. 57-61.
[136] Halil b. Ahmed, age., VII, 318-319.
[137] Râğıb el-Isfehânî, Müfredâtu Elfâzı’l-Kur’ân, Beyrut, 1997, 640.
[138] En‘âm 6/79; Hûd 11/51; İsrâ 17/51; Tâhâ 20/72; Enbiyâ 21/56; Rûm 30/30; Yâsîn 36/22; Zuhruf 43/27.
[139] En‘âm 6/14; Yûsuf 12/101; İbrâhim 14/10; Fâtır 35/1; Zümer 39/46; Şûrâ 42/11.
[140] Bu yorumu Mustafa İslâmoğlu’na borçlu olduğumuzu belirtmeliyiz. Bkz. İslâmoğlu, age., s. 1230’da 1. not.
[141] Halil b. Ahmed, age., VII, 418; Isfehânî, age., s. 640.
[142] Bkz. Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsîri I-II, s. 498-499.
[143] Buhârî, Cenâiz, 92; Süleymân b. Eş‘as Ebû Dâvûd, es-Sünen, Beyrut, 1992, Sünne, 17; Tirmizî, Kader, 5; Mâlik b. Enes, el-Muvatta’, İstanbul, 1992, Cenâiz, 52; Ahmed b. Hanbel, II, 233, 275, 393, 410, 481; III, 353.
[144] İnfitâr sûresinin ilk âyetleri kıyâmet olarak, yani yıkılış anlamında değerlendirilmiştir. Taberî, age., XXX, 85; Semerkandî, age., III, 554; Zemahşerî, age., IV, 701; Râzî, age., XXXI, 76-77; Kurtubî, age., XIX, 160; Muhammed b. Muhammed el-İmâdî Ebussuud, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâye’l-Kur’âni’l-Kerîm, Beyrut, 1990, IX, 120; Yazır, age., IX, 46; Esed, age., s. 1243.
[145] Rahmân 55/37.
[146] Zâriyât 51/47.
[147] Rahmân 55/7.
[148] Hâkka 69/16.
[149] Nebe’ 78/19.
[150] Tekvîr 81/11.
[151] Furkaan 25/25.
[152] Kaaf 50/44.
[153] Kamer 54/1.
[154] Kehf 18/47; Tâhâ 20/106-107.
[155] Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsîri I-II, s. 318-319.
[156] Hûd 11/114; Hıcr 15/6, 9; Nahl 16/44; Kehf 18/28; Tâhâ 20/99; Enbiyâ 21/24, 50; Furkaan 25/18, 29; Yâsîn 36/11; Sâffât 37/3; 168; Sâd 38/8, 49; Zümer 39/22-23; Fussılet 41/41; Zuhruf 43/5, 36, 44; Necm 53/29; Mücâdele 58/19; Talâk 65/10; Kalem 68/51; Cinn 72/17; Müzzemmil 73/19; Müddessir 74/54; İnsân 76/29; ‘Abese 80/11.
[157] Nahl 16/9; Leyl 92/12.
[158] İnsân 76/1-5.
[159] Bakara 2/272; Kasas 28/56.
[160] Fâtiha 1/6.
[161] İbrâhim 14/4; Müddessir 74/31.
[162] Yûnus 10/25.
[163] Şûrâ 42/52-53.
[164] Teğâbün 64/11.
[165] Ra‘d 13/27.
[166] Hacc 22/16.
[167]               Ferrâ, age., III, 199.
[168]               Râzî, age., XXIX, 186.
[169]               Yûsuf 12/76.
[170]               Zemahşerî, age., IV, 630.
[171]               Kurtubî, age., XIX, 36.
[172]               Râzî, age., XXIX, 186.
[173]               Semerkandî, age., III, 512; Taberî, age., XXIX, 141; Zemahşerî, age., IV, 630; Râzî, age., XXIX, 186-187; Kurtubî, age., XIX, 36.
[174]               Nisâ’ 4/82.
[175]               Taberî, age., XXIX, 141; Zemahşerî, age., IV, 630; Râzî, age., XXIX, 186-187; Kurtubî, age., XIX, 36.
[176]               Kamer 54/17, 22, 32, 40.
[177]               Meryem 19/97; Dühân 44/58.
[178]               Nûr 24/61; Feth 48/17.
[179]               Bakara 2/185.
[180]               Bakara 2/196.
[181]               Nisâ’ 4/43; Mâide 5/6.
[182]               Tevbe 9/91.
[183]               Nisâ’ 4/102.
[184]               İsrâ 17/12; Kasas 28/73.
[185]               Cum‘a 62/10.
[186]               Bakara 2/198.
[187]               Nahl 16/14; İsrâ 17/66; Rûm 30/46; Fâtır 35/12; Câsiye 45/12.
[188]               Müslim, Kader, 34; İbn Mâce, Mukaddime, 10; Zühd, 14; Ahmed b. Hanbel, II, 366, 370.
[189]               Semerkandî, age., III, 512.
[190]               Kurtubî, age., XIX, 37.
[191]               ‘Ankebût 29/69.
[192]               En‘âm 6/109.
[193]               Furkaan 25/52.
[194]               Furkaan 25/30.
[195]               Muhammed Ali e-Sâbûnî, et-Tibyân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1985, s. 10.
[196]               Nisâ’ 4/102.
[197]               ‘Ankebût 29/45.
[198]               Bakara 2/152.
[199]               Beyyine 98/5.
[200]               Bakara 2/83.
[201]               Meryem 19/31.
[202]               Şûrâ 42/13.
[203] Benzer görüşler için bkz. Taberî, age., XXX, 155-156.
[204] Nisâ’ 4/49; Nûr 24/21; Necm 53/32.
[205]               İslâmoğlu, age., s. 1085’te 11 ve 1087’de 14. not.
[206]               Bakara 2/245; Hadîd 57/11, 18; Teğâbün 64/17.
[207]               Bakara 2/143.
[208]               Lokmân 31/16; Necm 53/39-41.
[209]               Zilzâl 99/7-8.
[210]               Âl-i İmrân 3/5.
[211]               Bakara 2/284.
[212]               Mü’min 40/19-20.
[213] Mülk 67/13-14.
[214]               Ra‘d 13/8-10.
[215] Lokmân 31/16.
[216]               En‘âm 6/59.
[217]               Kehf 18/49.
[218] Kamer 54/52-53. Benzer âyetler için bkz. Yâsîn 36/12; Mücâdele 58/6.
[219] Bakara 2/284.
[220] Enbiyâ 21/23.
[221] A‘râf 7/156.
[222] Nisâ’ 4/48, 116; Zümer 39/53.
[223]               Bu konuda bkz. Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsîri I-II, s. 165-166.
[224] Nisâ’ 4/31; Zümer 39/53; Ahkaaf 46/16.
[225] Bakara 2/272; Nahl 16/30; Necm 53/40-41.
[226] Zümer 39/70.
[227] Neml 27/89; Kasas 28/84.
[228] Benzer örnekler için bkz. Nahl 16/30; Zümer 39/35.
[229] Ahkaaf 46/16.
[230] Bakara 2/261.
[231] Isfehânî, age., s. 609.
[232] Hûd 11/90. İstiğfâr kelimesinin “bağışlanma dileğinde bulunmak” şeklindeki anlamıyla ilgili örnek âyetler için bkz. Âl-i İmrân 3/17; Tevbe 9/80; Yûsuf 12/29; Mü’min 40/3, 7; Nûh 71/10.
[233] İbnu’l-Cevzî, Nüzhetü’l-A‘yun, s. 90.
[234] Hûd 11/90. İstiğfâr kelimesinin “bağışlanma dileğinde bulunmak” şeklindeki anlamıyla ilgili örnek âyetler için bkz. Âl-i İmrân 3/17; Tevbe 9/80; Yûsuf 12/29; Mü’min 40/3, 7; Nûh 71/10.
[235] Enbiyâ 21/23.
[236] Ya da dünya hayatında azaptan yana tercihini kullananlara azap, hidayeti tercih edenlere de rahmet eder.
[237] Mâide 5/118. Benzer bir ifade de Hz. İbrâhim’e aittir. Bkz. İbrâhim 14/36.